23 Ağustos 2010 Pazartesi

Almadan vermek

“Karşılıksız vermek Allah’a mahsus.” demişler… Neden acaba?

Ben vermeyi çok sever(d)im. Hediyeler, eşyalar, bağdan bahçeden mahsüller… Durmadan birilerine bir şeyler verir haldeyim… Karşılıksız (!) tabii…

Yani? Maddi karşılık beklemeksizin… Oysa her verme içinde bir karşılık barındırıyor deştiğimde… En basitinden korkulara karşı:

  • Sevilmek (sevilmeme korkusu)
  • Geleceği garanti altına almak, hani yarın da bana yardım ederler (güvensizlik)
  • Gruba kabul edilmek (dışlanma korkusu)

Bunlar ilk anda fark edilenler… Bunları elimden geldiğince kestim zaten… Ama bu korkular dışında da yine "sözde" karşılık beklemeden vermelerim var. Mesela, üzümler oldu bağda… Bir defada 10-15 kg üzüm… Ye, pekmez kaynat, sirke yap bitmez… Dağıttım eşe dosta… Karşılıksız mı? Ya da şöyle sorayım,

bana ne faydası oldu? -Evdeki mahsül çürümedi, vicdanım rahat (ziyan zihni)

İş hayatındaki promosyonlar? –devamlılık garantisi

Çocuğun okuluna götürdüklerim? – ilgiyi satın almak

Düşünüyorum, bu anlamda, karşılıksız bir şey vermek mümkün değil… Eninde sonunda “içinizi rahatlatan” bir çıkarınız var.

Herşey bir alışveriş mi? Böyle mi kalacak? Ya da veermekten tamamen mi vazgeçmeli? Bilmiyorum, bunun altından bir şeyler çıkacak…

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Dürüstlük ile ilgili çalışmalar

- Ben dürüst olursam bana ne olur?
- Nerelerde/ hangi durumlarda dürüst olmakta zorlanıyorum?
- Her durumda dürüst olan insanlar neler yaşar?

Çok uzun bir çalışma var önümde...

Dürüstlük

"Zafere giden her yok mübahtır." Ahlaki açıdan tartışılsa da uygulamada "zararsız" olan halleri hep kabul gören bir teoridir. Yani yarışı kazanmak için rakibimize çelme takmayız ya da bunu ahlaki açıdan yanlış buluruz, ama arkadaşlarımızla yemeğe çıkacakken oğlumuza "işe gidiyorum" demekte bir terslik olduğunu düşünmeyiz.

İlk gençlik yıllarımda aileme "Arkadaşlarla, Tuğba'nın doğum gününü kutlamak için yemeğe çıkacağız." demek yerine "Arkadaşlar bu akşam içmeye gidiyor, ben de gidebilir miyim?" dediğim için hiçbir yere gidemedim üniversite arkadaşlarımla... Oysa ne kadar da "zararsız" bir yalan, değil miydi? Ya da çocuğun okulunu bahane etmek yerine "canım köye gitmek istemiyor" dediğim için eşimle çok tartıştık. Halbuki, ailede tatsızlık olmadan çözmüyor mu sorunu "çocuğun okulu"?

Hep kendimde bir eksikli mi bu diye düşünüyordum. Politikadan yoksun mu doğdum acaba ben?

Dün sevgili dostum Ebru ile sohbet ederken konu açıldı. Güzel bir bakış açısı aktardı Ebru bana... Sanırım Doğan Cüceloğlu'ndan bir alıntı. Aklımda kaldığı kadarı ile aktarmaya çalışacağım. A ile B'nin olduğu bir ortamda, A'nın B'ye hediye ettiği bir kolye olduğunu biliyorsunuz ve çok da beğenmemenize rağmen B'ye "Ne güzel bir kolyen var, çok zevkli bir almış olmalı" diyorsunuz. Burada hem A'ya hem de B'ye yalan söylemiş oluyoruz, onlara yaranma amacı ile belki de... Ama orada 3. bir kişi daha var, ciddi şekilde yalan söylediğimiz: KENDİMİZ.

A veya B ile bir daha karşılaşmayabiliriz belki de, ama 0 3. kişi var ya, onunla ölene kadar birlikte yaşayacağız ve ölene kadar onun bir YALANCI olduğunu bileceğiz içten içe... Ama dışlanma korkusuyla, ama kabul edilme arzusuyla...

İşte içinde oturmayan taş bu örnekle oturdu... Yazının başındaki durumlarda da, aslında ben izin istemiyorum, saygı istiyorum... Arkadaşlarımla olma arzuma ya da köye gitmeme arzuma karşı saygı istiyorum. Saygıyı kazanmanın tek yolu var: Önce kendine saygı duymak... Sanırım bu yol da dürüstlükten geçiyor...

Hemen içimde şu zihni yakaladım: Zor ve taşlı bir yol...
Ben dürüstlüğü zor bir yol olarak görmeyi bırakıyorum, şu anda ve sonsuza kadar, tüm zaman, mekan ve boyutlarda...
Ben dürüstlük yolunda kolaylıkla yürüyorum.
Ben kendime karşı dürüst olmayı seçiyorum...

Paranın mülkiyeti

Para bir akıştır dedik, akışı tıkamayın ki gelmeye devam etsin dedik... Buraya kadar güzel... Cömertiz, israf etmiyoruz aynı zamanda... Para da akıyor...

Ancak farkettim ki, parada bir de mülkiyet sorunu var... Yani parayı sevgi gibi paylaştıkça çoğalan birşey olarak algılamakta bazı problemlerim var. Neden?

- Parayı veren BEN'im...
- Parayla YARDIM ediyorum
- Kime, hangi harcaması için para vereceğimi ben seçerim...

Ego bas bas bağırıyor yani, GÜÇ BENDE diye...

Oysa, ne demiştik... Paranın akışına izin vereceğiz, ancak parayı aynı zamanda KENDİMİZ için harcayacağız. Yani para ile pazarlık etmeyeceğiz... Oysa farkettim ki parayı genellikle başka şeyler için harcıyorum ya da harcamayı planlıyorum.

- Geleceğimi güvence altına almak (Güvensizlik korkusu)
- Başkalarına hediye almak (Sevilmeme korkusu, Dışlanma korkusu)
- "Yüce gönüllü" olmak (Güçsüzlük korkusu)
- Özgürlüğümü satın almak (Esaret korkusu)
- Cezalandırma aracı olarak kullanmak (Güç, kontrol)

Bunların altında sanırım parayı sahiplenmek de yatıyor... BENİM PARAM duygusu... Biriktirmek, istiflemek, saklamak ihtiyacını besliyor tabii bu mantık. Parayı sevgi gibi görmek bakış açısındaki eksen kaymasını düzeltebilir belki diye düşünüyorum. Nasıl BENİM SEVGİM diye saklamayıp istediğimi zaman, istediğimiz yöne (kişiye), istediğimi kadar akıtıyorsak ve içimizdeki sevgi azalmıyorsa, para için de aynını yapabildiğimiz zaman, sanırım para problemlerimiz azalacak...

Ben paramı sevgiyle harcıyorum.
Ben kendimi evrenin bolluk ve bereketine açıyor ve bunu kabul ediyorum...
Sevgiyle paylaşıyorum.

6 Ağustos 2010 Cuma

döngüler

Bu döngüler mevzuu üzerinde biraz daha düşündüm. En başta hayatın normal döngüsü var:
Doğum - çocukluk - ergenlik - yetişkin - yaşlılık - ölüm
Kaçışı olmayan, birbirini takip eden, döngüyü kırmanın tek yolunun sona (ya da başlangıca) hızlı ulaşmak olan hayat döngüsü...

Bir de toplumsal döngümüz var, yani toplum tarafından kabul edilmiş, benimsenmiş, dolayısı ile normal kanul edilen bir süreç:
Doğum - çocukluk - ergenlik - yetişkin - evlilik - çocuk sahibi olmak - emeklilik - yaşlılık - ölüm

Hani önceki yazılarımda bahsettiğim toplum tarafından dayatılan ama aslında çok da seçimlere, fırsatlara ve isteğe bağlı olan bir süreç... Ama yine de sosyal olarak yaşam döngüsünün içinde sokulmuş bir "normal"*.

Evlenmek ya da evlenmemek ya da boşanmak ya da tekrar evlenmek...
Çocuk sahibi olmak ya da olmamak ya da olamamak...
Emekli olmak ya da hiç çalışmamak ya da erken emekli olmak ya da emekli olmamak...

Ben tüm seçimleri görüyor ve onurlandırıyorum.
Ben toplumun normlarına uymamaya izinliyim.
Ben yaşamın akışını kabul ediyorum.
Ben doğumdan ölüme kadar yaşamın her evresini sevgi ile kucaklıyorum.


* Normal kelimesi, norm kelimesinden geliyor. Norm ne demek? Yargılama ve değerlendirmenin kendisine göre yapıldığı ölçüt, uyulması gereken kural.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Başrol

Herkes, kendi hayatının başrolünü oynar. Bunu çok iyi anlıyorum da, bazen hepimiz, başkalarının hayatının da başrolünü oynamak istiyoruz...

Sadece çocuklarımızın ya da eşimizin ya da ana-babamızın değil hem de, çevremizdeki pek çok kişinin hayatında başrolde olmak istediğimiz zamanlar oluyor. Sadece istesek, belki çok sorun olmayabilir, ama istemekle kalmıyor, bunu bekliyoruz da. Sonrası?

Mutsuzluk, hayal kırıklığı, üzüntü...

İnsan mutluluğundaki en önemli etkenlerden biri, sanırım, beklentileri en aza indirebilmek.

İlk akla gelen olmak, öncelikli olmak, baştacı edilmek güzel tabii. Ama bunlar olmasa da değerli değil miyiz? Sevilmediğimizi düşündüğümüz zamanlar da sevgi değil miyiz? Dışlandığımızı hissettiğimizde bile tek ve özel değil miyiz?

Ben kendi değerime sahip çıkıyorum.
Ben tam olduğum halimle değerliyim.
Bana kimsenin değer vermesine gerek yok, ben bana değer veriyorum.
Ben içimdeki sevgiyi biliyorum.
Ben beni seviyorum.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Evlilik ve Doğumlar... Ya da nedir bu hıncımız?

Hani bir döngü vardır... Yıllar içinde hep tekrar eden... Birisi ile çıkıyorsunuzdur, size "ne zaman evleneceksiniz?" diye sorarlar, sonra evlenirsiniz, "ne zaman çocuk?" sorusu çıkar karşınıza... "Ya ikinci çocuk?" diye devam eder sorular...

Ancak diğer taraftan, evlenirsiniz, "ne yaptın, bekarlık sultanlıktır." derler, hamileyken "bunlar iyi halin, hele bir doğur da gör" derler, derler de derler...

Bu sorgulamaların öznesiyken çok sıkılırdım da, yaş 40'a yaklaştıkça, aynı soruları sorar, aynı yorumları yapar olduğumu farkettim.

Peki nedir benim derdim diye de merak ettim... Kuzenim hamile, onunla konuşuyorum, "gayet iyiyim, memnunum halimden" diyor telefonda, ben de şöyle bastırıyorum "yok, 32. haftadan sonrasında zorlanırsın ağırlaşınca." diyorum, kızcağız "herkesin durumu farklı olabilir, ben iyiyim" diyor, ben bilmiş bilmiş ısrar ediyorum, "yok hamilelik kolay, çocuk doğunca daha zor" diyorum bu defa...

Neden?
*) Hayatın döngüsü bu, biz geçtik bu yollardan (ben senden daha tecrübeliyim) => güç
*) Hayat çilelerden ibarettir, ama herkes bunu çekmek zorunda, döngüye katıl, yoksa dışlanırsın mesajı => sevilmeme, dışlanma korkusu
*) Herşey daha da zorlaşacak, yani ben çektim sen de çekmelisin hıncı
*) Müdahale ihtiyacı (ben senden bilgiliyim, bilgi güçtür)
*) Sohbet konusu yaratma ihtiyacı

Ben insanları kendi döngümde olmaya zorlamaktan vazgeçiyorum.
Ben tecrübemi ve bilgimi güç olarak kullanmayı bırakıyorum.
Ben "hayat çileden ibarettir" kaydımı iptal ediyorum, şu anda ve sonsuza kadar, tüm zaman, mekan ve boyutlarda...
Ben hayatın döngüsü içindeki farkları görüyorum ve bunlar sevgi ile kabul ediyorum.
Ben herkese kendi döngüsünü (hayatını) yaşama izni veriyorum.
Ben sevgi ile akmayı seçiyorum...

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Sosyal hayvan

İnsanlar için sosyal hayvanlardır diye bir tanım var. İnsanın sosyalleşme ihtiyacından bahsediliyor yani. Diğer insanlarla olmak, onlar tarafından kabul edilmek, beğenilmek, sevilmek... Bu ihtiyacımızı karşılayabilmek için de insanlarla etkileşime giriyoruz haliyle.

İnsanlarla birlikteyken beni en çok öfkelendiren, ya da savunmaya geçiren konulara bakıyorum, genel olarak alanıma müdahale edilmesi ile alakalı. Mesela çocuğumla ilgileniş biçimim ya da eşime davranışlarım ya da evimin genel durumu ile ilgili yorumlar... Peki bu durumlar ne zaman oluşuyor? Genellikle sosyal durumlarda, birisi bir "sorununuza" tanık olduğunda örneğin...

Kızıyorum, çünkü sormadığım sorulara cevap veriyorlar. Kızıyorum, çünkü problem olmayan konulara çözüm üretiyorlar. Kızıyorum, çünkü şikayet etmediğim konularda "haklı taraf" olduğumu söylüyorlar.

Ben de diyorum ki, sorulmayan sorulara cevap vermesek?

İkinci bir konu daha var sosyal ortamlarla ilgili... O da yargılamalar... Her türlüsü... Yine alan müdahalesi... Bir kişinin herhangi bir zamanda, herhangi bir durum karşısında nasıl davrandığı sadece onu ilgilendirir, en fazla davranışa maruz kalanları bir de. "Ben olsaydım, öyle yapmazdım." bile bir yargılamadır sonuçta. Çünkü aynı insan, başka bir zamanda aynı durum karşısında farklı davranabilir, daha yaşlı olduğu için, daha çok vakti olduğu için, yanında başka biri olduğu için veya sadece o anda canı öyle istediği için... Bu durumda bütün "Ben olsaydım"lar değişir, çünkü ben olsaydım farklı bir durum olurdu :) Bu uzun ve karmaşık bir olasılık hikayesi, ama özetle, yargılamayı bırakıp "o öyle güzel" demeyi öğrenmemiz gerekiyor. Kendimize söylememize engel olamıyorsak bile, ağzımızdan çıkarken dikkat etsek de yargı cümlelerini çıkartsak hayatımızdan...

Yani diyorum ki, yargı cümlelerini kullanmasak?

Ne olur biliyor musunuz? Sanırım insanın hiç bir sosyal hali kalmaz... Peki o zaman insan kalır mıyız?
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...