28 Aralık 2011 Çarşamba

Kendim için

Fark ettim ki, bir süredir yazmıyorum bu bloğa. Bu kendimle sohbet etmediğim anlamına mı geliyor? Kısmen evet. Her ne kadar, akşam yatakta günün muhasebesi yapılsa da, uykudan önce, farkındalıktan ziyade kuruntular ön plana çıkıyor her nedense.

Yine de bu gece biraz farklı. Bu gece iyi ile kötünün eylemde olmadığının bir kanıtı sanki. Benim için iyi olan nedir? Bu sorunun yanıtı AN'da gizlidir, bunu fark ettim bu gece. İçimden gelen, bana ait olan, istediğim ne varsa, sadece ve sadece o AN için bana iyidir. Bana iyi olan o AN'da başkası için iyi olmayabilir, hatta kötü de olabilir. O zaman aslında hepimiz yalnızız, ama yalnızlığımız içinde TAM ve BÜTÜNüz aynı zamanda.

Bu hafta ne fark ettim? Kendi kontrolümde olmayan olaylarda bile "güzel" olarak yorumlanan bir sayı varsa bundan kendime gurur payı çıkarmamdı. Yıllık olağan sağlık kontrolümü yaptırdım. Sağlıklı yaşamak için özel bir çaba göstermeyen, zaten su yüzünde de bir sağlık problemi yaşamayan ben, kan değerlerim "çok iyi" çıkınca bir havalara girdim, herkese anlatasım var. İyi de bunda gurur duyacak ne var ben kardeşim? Normal olan zaten sağlıklı olmak değil mi?

Bu ay ne fark ettim? Eşimin rahatsızlığı ile yaşadığımız hastane sürecinin çok rahat, su gibi aktığını fark ettim. Bu akış beni şaşırtsa da, içimin ferahlığında şunu anladım: "Zaten bunun için çalışmıyor muyuz? Kaygılarımızı, korkularımızı fark edip dönüştürme çalışmalarımız hep bu su gibi akış için değil mi?". "Bunu ben niye yaşadım?" diye kendime soracak bir konu bulamadıysam bu hastane günlerinde, boşa çalışmamışım demektir bunca sene. Ne mutlu bana.

Bu yıl ne fark ettim? Hayatımın ne kadar müdahale etmek üzerine kurulu olduğunu, annelikten anladığımın elimde bir uzaktan kumanda taşımak olduğunu, çalışmanın kendi sağlığımı korumakta faydalı olduğunu ancak başkalarının sağlığının aramızdaki bağlar kadar beni etkileyeceğini, o bağların temiz bir şekilde bırakılmasının ilişkileri besleyeceğini fark ettim. Yaşlılık tanımımın gözden geçirilmesi gerektiğini, yaşlılıkla geleceği var sayılan hatta kabul edilen hastalıkların (tansiyon, kolestrol, kemik erimesi vb.) insanın akışında olmadığını fark ettim. Çevremdeki hastalıklarda yaratma bahanelerini net bir şekilde gözlemledim.

2012'de ne çalışacağım?
Öncelikle çocuklar gibi ANda olmayı, istediğimi yapmak kadar istemediğimi yapMAmayı çalışmak istiyorum. Hani o ANda canım istemiyorsa, yarın bu yemek olmayacak diye yemeyi bırakmayı, o ANda seyretmek istemiyorsam, yarın yayınlanmayacak diye seyretmeyi kesmek istiyorum. Ne istediğimi bilmek kadar, gerçekten ne istemediğimi bilmeyi ve bazen de bunu neden istediğimi sandığımı gözlemek istiyorum.

Son iki senedir hedeflediklerime ve daha da fazlasına ulaşıyorum, ne mutlu bana EVREN beni duyuyor, ben de evreni dinlemeyi sürdürüyorum.

Görsel: http://alyz.deviantart.com/art/The-Poppy-Girl-45923972

7 Aralık 2011 Çarşamba

Bu zihni sustursak da mı aklasak, dinlesek de mi haklasak?

Çocukluğumun ilk bilinçli zamanlarında "ağzını hayra aç" derdi annem... Şom ağızlı olmanın, kötülüğü çekeceği düşünülürdü. Hala bizce "kötü" bir şeyden bahsederken elimde olmadan "Allah korusun" diyorum.

Zaman içinde Reiki'nin yayılmaya başladığı ilk yıllarda, pozitif düşünmenin gücü de konuşulmaya başladı. "Korktuğum başıma geldi"nin aslında negatif enerjiyi çağırmak olduğu söylenmeye başladı. Meditasyonla, yoga ile falan aslında kötü olduğunu, sürekli negatif yayın yaptığını fark ettiğimiz zihnimizi susturma eylemleri başladı.

Olumlamalarla, zihin temizleme çalışmaları ile pozitif yaratma çabasına girdim bir ara. Yine de zihnimin aslında tam susmadığının da farkındaydım bir yandan. Sadece zihnimi susturamazsam başıma geleceklerden kaygı duymam bile yeterli endişe yayını yapıyordu zaten sanki.

Kişisel gelişim/ kendini tanıma sürecinde yıllar aktı bir yandan. Şu anda geldiğim noktada anlıyorum ki, zihni susturmak bir bastırma çabasından başka bir şey değilmiş. Eğer kulak verip dinleyebilirsem zihnimin bana sürekli en derin korkularımla ilgili bilgi verdiğini duyabiliyorum. ama bu kadar derin olmak zorunda değil.

Yolda yürürken karşıma çıkan insanlara bakarken, oğlumun öğretmeni ile konuşurken, TV seyrederken, her an zihnimi dinlediğimde sınıflayan, yargılayan, peşin hüküm veren bir BEN'le karşılaşıyorum. Bu konuşmaları susturmak ya da dinlememek beni daha "iyi" bir insan yapar mı? KABUL etmek, içimin yargılayan yanının peşine düşmek, onu anlamak, dönüştürmek mi iyileştirir yoksa beni?

Bana şu anımı hatırlatıyor:

Köye taşındığımız ilk günlerde, hala çalışma alışkanlıklarım devam ettiği için oğlumun bakıcısı da bizimle köye geliyordu. Köylü kadınlar aralarında konuşuyorlardı, izliyorlardı tabii bizi tanımak için. En sonunda tanıştığım biri Hanife Bacı soruyu patlattı ulu orta: "Sen kendin bakamıyon mu kendi çocuğuna?"

Köyde en sevdiğim kadınlardan biridir Hanife Bacı, dürüsttür, dobradır. Düşünün o bana açık açık sorulan soruyu, diğerleri de sormadılar mı defalarca birbirlerine?

İşte benim zihnim de onu dinlesem de, dinlemesem de, ağzımla söylesem de, içimden geçirsem de, gündüz çalışırken de, gece uyurken de diyeceğini diyor.

Duymak, anlamak, dönüştürmek benim elimde, benim seçimim...

5 Aralık 2011 Pazartesi

Çalışma cezası

Oldum olası çalışmayı pek sevmediğim söylenir aile çevremde. Bahsi geçen bedensel çalışma, temizlik işleri, ev hanımlığı, falan... Zihinsel çalışma ile bir derdim olmamıştır genel olarak.

Dün bir çizgi film izliyordum, birden dank etti kafama yine. Bir Japon öyküsü idi, göklerin krallığındaki prenses, aşağıda dağlarda yaşayan bir köylü delikanlıya aşık oluyor. Kız kardeşleri, onu vazgeçirmeye çalışıyorlar, "orada çalışmak zorunda kalırsın." diye. Sonra kral baba, müstakbel damadı kandırmaya çalışıyor, göklerde onlarla yaşasınlar diye: "Aşağıda ne var, hep çalışmak zorundasın. Burada kalırsan bir gün kral olacaksın."

Evet yaaa, çalışmak zorunda kalmak. Bir tehdit, bir kılıç gibi sallanmadı mı çocukluğumuz boyunca başımızda? "Oku da adam ol"ların ardında değil miydi hep çok çalışmak tehdidi?

Çizgi filmlerde hapiste taş kırdırmıyorlar mıydı Dalton'lara mütemadiyen ceza olarak? Antrenörler koşturmazlar mı itaatsiz sporcuları birkaç tur saha etrafında?

Hatta dersleri zayıf olan çocukları çırak olarak verirlerdi yaz tatillerinde, "çalışsın da aklı başına gelsin, okulun değerini anlasın." diye, hala da vardır başka şekillerde. Atasözümüz var: "Akılsız başın cezasını ayaklar çeker." Yani eğer kafanı kullanmazsan gide gele yorulursun.

Anladım ki, çok çalışmak hayatımın kaçınılması gereken bir yanı olmuş bunca zaman. Okursam, iyi bir yerlere gelirsem, aklımı kullanırsam bundan kurtulurum diye hesaplarım olmuş.

Çalışmak, keyifle, zevkle çalışmak; üretmek, ürettiğinin keyfini kaslarındaki gerilme, sonra da gevşeme ile çıkartmak tadına varılması gereken bir şey değil mi oysa ki? Yorulmadan dinlenmenin tadı çıkar mı?

Ben artık çalışmak ile barışmaya niyet ettim. Çalışmayı kabul ediyorum, çünkü özünde çalışmayı sevdiğimi biliyorum. Sevdiğimi çalıştığımda yorulmadığımı da...

21 Kasım 2011 Pazartesi

İnce şiddet: İroni

Sık tekrarlanan bir deyiş vardır: "Kalem kılıçtan keskindir." Sanırım ben de çocukluğumdan beri böyleyim, sivri dilli. Eşim sık sık beni "savunmada" olmakla suçlardı bir ara. En iyi savunmam da sivri dilli bir saldırıdır, ince bir alay, fark ettirmeden iğneleme, lafı geçirme, artık nasıl adlandırırsanız.

En sevdiğim köşe yazarı Yılmaz Özdil'i artık sevemez oldum. Nedeni ironiden yavaş yavaş uzaklaşmam. Artık kendimi kötü hissettiğimde birilerinin birilerini ince zekası ile kağıt üzerinde alt etmesi beni mutlu etmiyor. En sevdiğim TV dizilerinin kurgusunun sivri zekalı olanların diğerleri ile dalga geçmeleri üzerine olduğunu fark ettim. Buna artık eskisi kadar gülmediğimi de...

İçimdeki şiddeti bırakmaya niyet edeli 2 yıl oldu. Sözel şiddete, yani ironiye ancak sıra geldi sanıyorum.

Belki gücümün yetmeyeceğini düşündüğümden, belki "elit" olma hevesime ters düştüğünden ya da gücümün merkezini zekama yerleştirmemden, hiç fiziksel şiddet insanı olmadım sanırım zaten. Siz yine de biri ile ters düştüğümde görmeliydiniz beni. Lafı gediğine bir oturturdum ki, karşımdaki feleğini şaşırırdı, ya da sadece şaşırırdı, belki anlamazdı bile.

Her neyse, bugün bir doktor randevusunda sıra bekliyorduk. İzmir'in sayılı özel hastanelerinden birinin polikliniğinde, randevu saatimiz 20 dakika kadar geçmiş, biz beklemeye devam ediyoruz. İçimde sıralanan cümleler tam bir ince şiddet örneği:

- Oğlum okuldan 5'te (yaklaşık 4 saat sonra) çıkıyor, yetişir miyiz sizce?
- Pardon burası "çok özel" bir hastaneymiş, randevu nereden alınıyordu? vb.

Fark ettim ki, hiç birini söylemek gelmiyor içimden. 2 yıl sonra ancak ANladım ironinin de bir şiddet çeşidi olduğunu.

Ben artık ironiyi kullanmayı bırakıyorum.

13 Kasım 2011 Pazar

Şikayet etmek

Bir süredir evren ilgimi "şikayet etmek" üzerine çekmeye çalışıyor, eşim, oğlum ve annem kanalı ile. Etrafımda sürekli mızmız, söylenen, şikayet eden insanlar görüyorum. İçim sıkılıyor, ancak soracak doğru soruyu bulamıyordum.

Dün akşam bana anlatılan bir haksızlık üzerine zihnimi "şikayet edelim" derken yakaladım. Hani hep deriz ya "kimi kime şikayet ediyorsun?" yani şikayet edeceğim merciin beni kaale almayacağını düşünmek, diğer tarafı kayıracağını düşünmek gibi bazı endişeler geldi ardından. Gücün artık benim için desteklenmediğini, yaptırımların ortadan kalktığını düşündüm.

Aklım oğluma kaydı sonra. Çok şey değişmiş bizim çocukluğumuzdan bu yana, onu fark ettim birden. Biz anlaşmazlıklarımızı kendi aramızda çözerdik çocukken. Ailelerimize, öğretmenlerimize taşımazdık. Ağlardık, bağırırdık, kavga ederdik, ama çözerdik.

Şimdi etrafımızda aşırı korumacı aileler, "şiddete meyilli" diye etiketlediğimiz çocuklar, acayip bir hale gelmiş ortam. Bir anda kafama dank etti, bu anlaşmazlıkları önlemek için oğluma bir anlaşmazlık olduğunda öğretmene gitmesini tembihlediğim. Resmen şikayet kültürünü teşvik eder olmuşum. Etrafıma baktım, şikayet eden öğretmenleri, kısıtlamaları öneren rehberlik servislerini gördüm.

Sahi ne zaman çocuk olduğumu unuttum ben? Ne zaman oğlumun henüz 6 yaşında olduğunu unuttum?

Şikayet etmek bana ne hatırlatıyor?
- Daha üst bir merci olduğunu
- Ödül ve ceza kavramını
- Aynı anda düzeni değiştirme çabası içinde düzeni kabul etmeyi
- Problemi aynı düzlemde çözmeye çalışmayı
- Elimden bir şey gelmeyeceğini
- Kendime ihanet etmeyi
- Değiştirme konusunda yetersiz olduğumu

Daha yeni başladık bu konuya... Bakalım nereye gidecek ucu

6 Kasım 2011 Pazar

Aile kavramı

Dikkat edin, bir kavramdan ne kadar çok bahsedilirse içi o kadar boşalıyor ya da aslında belki içinin boş olduğu bir süre sonra benim kafama dank ediyor, bilemedim şimdi.

Son zamanların favori kavramı da aile. Özellikle iş hayatında "aile gibi" olmayan şirket kalmadı. Çalıştığım bütün iş yerleri kendilerini bir aile olarak tanımlıyorlardı, şimdilerde oğlumun gittiği okullar da kendilerinden aile olarak nitelendiriyorlar.

Ama sanırım bu konuda "sana bir mesaj var evrenden" diye bağıran son nokta, "Develi Ailesi" ile "Yaşar Plaza Ailesi"nin bayramımı kutlaması idi.

Anlıyorum, firmalar, ailelerin sıcak, yakın, sevgi dolu yanları ile kendilerini özdeşleştirerek bundan pirim yapmaya çalışıyorlar. Yine iş yerleri, "ailenizi seçemezsiniz ve ondan kopamazsınız" kısımından da nemalanmak istiyorlardır.

Peki soruyorum kendime, ben aile kavramı hakkında ne düşünüyorum, aileyi nasıl tanımlıyorum? Kimler benim ailem olur?

Her şeyden önce dahil olduğumuz 2 çekirdek aile kümesi var hayatta, ilki annem - babam - kardeşim ve ben; ikincisi ise eşim - çocuklarım ve ben.

İlkinde hiç seçme şansım yok zaten, ne ana-babamı ne de kardeşimi, daha çok bir kabulleniş var. Sevgi de buradan geliyor, "o öyledir"i harika bir biçimde içinde barındırıyor. Yine de roller, sorumluluklar ve mecburiyetlerle bezenmiş bir grup içindesiniz:
- Büyüklerini say.
- Kardeşinle ilgilen, onu koru.
- Annene - babana koşulsuz itaat et.
- Onların evi, onların kuralları.
- Yardım et, saygı göster, destek ol...

Bunların kimi içinize işlemiş, sorgulamadan yapıyorsunuz, kimini söylene söylene, bir kısmını da "ben farklıyım" diyerek yapmıyorsunuz, bazısında yapmadığınız için suçluluk duyuyor, başka tavizler veriyorsunuz.

Zamanla, ilkinden tam olarak çıkmasanız da ikinci çekirdek aile kümesinin içine giriyor insan, farkında olmadan aynı sahneleri kuruyor, aynı rol, sorumluluk, mecburiyetleri yaşıyor. Farklı olarak ailemizi kuracağımız kişiyi biz seçiyormuşuz gibi görünüyor, hatta istersek o ailenin içinden çıkabilirmişiz gibi.

Peki ben bu kadar memnun muyum "aile" kavramının getirdiklerinden? Başka aile kümelerine dahil olmaya ne kadar istekliyim? Okul müdürüne annem gibi itaat mi etmeliyim? İş yerinde elemanlarımı kardeşim gibi sevmeli, ilgilenmeli miyim? Gittiğim restorandaki garson bana halasına davrandığı gibi mi davranmalı?

Gerçekten aile olmalı mıyız?

Evet, evren bana kesinlikle aile konusunda çalış diyor.

20 Ekim 2011 Perşembe

Kabul etmek ya da kabullenmek

Hayatta olabilecek en güzel şeylerden birinin kabul etmek olduğunu düşünüyordum bu sabah. Ancak yine olabilecek en kötü şeylerden birinin de kabullenmek olduğunu fark ettim. Nasıl oluyor da birbirine bu kadar yakın iki kelimenin bu kadar zıt anlamlar taşıyor, şaşırdım bir an sonra.

Kabullenmek: pasif, bastıran, değiştiremeyeceğinden emin, için için mutsuz, yetersiz, güçsüz...

Kabul etmek: saygı duymak, izin vermek, fark etmek, değerlendirmek...

Kabul etmek, değişimin ilk adımı, cesaret ve güç toplama anı, adım atmadan önceki sancı, sakin, huzurlu yine de...

Kabullenmek ise için için öfke, bükemediğin eli öpme, köprüden geçme...

Şöyle düşünün, diyelim ki kilo sorununuz var, bunu kabullenebilirsiniz. (burada bahsettiğim sorun sizi rahatsız eden, aklınızı meşgul eden konudur, yoksa kaç kilo olduğunuzla ilgili değildir.) Ağzınıza attığınız her lokmada kendinize kızarak, "Amaaaan, ben böyleyim işte" diyerek geçirebilirsiniz zamanınızı. Arada "ben böyle de güzelim" dersiniz, kandırırsınız kendinizi. Bazen diyete başlarsınız, ertesi gün bırakırsınız, yine kızarsınız kendinize... Savaş verir, bir yener bir yenilirsiniz, kabullenir yaşarsınız.

Ya da kabul edersiniz: "Kilo sorunum var." Kendinize sorarsınız "Neden?" diye, yardım alırsınız, çözüm ararsınız, karar verirsiniz, değiştirirsiniz.

Bir başka örnek: eşinize kızıyorsunuzdur için için, kabullenirsiniz, içinde bulunduğunuz durumun değişmeyeceğini düşünürsünüz, ufak dokunuşlarla eşinizi değiştirmeye çalışır, her defasında duvara toslarsınız. daha çok öfkelenir, daha çok kızarsınız, ama hep anlatırsınız: "Ben onu öyle kabullendim."

Ya da onu öyle kabul edersiniz, sonra sorarsınız kendinize: "Ben bunu neden yaşıyorum? Böyle yaşamımı sürdürmek istiyor muyum?" ya değişirsiniz ya sizi kızdıran olayı dönüştürürsünüz.

Kabullenmekte çekmek vardır, her çekmenin altında öfke...
Kabul etmekte değişim vardır, her değişim yeni bir yoldur...

11 Ekim 2011 Salı

Öğrenmek

Dün gece bir yazı yazmaya başladım, sonra beğenmedim, yazdığım yazıyı yayınlamadan sildim. Öğretmenler üzerineydi yazım, özellikle kişisel gelişim, tekamül alanındaki öğretmenlerle ilgili...

Hani atasözlerimiz genelde birbiri ile çelişir, duruma göre hangisi işimize geliyorsa onu seçer söyleriz ya, takıldığım 2 söz var:
- Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma.
- Kelin merhemi olsa kendi başına sürerdi.

Birisini öğretmenim olarak kabul etmem için, merhemi varsa başına sürmüş olmasını bekliyorum bir yandan. Bana vermeye çalıştığı bilgiyi kendi hayatında uygulamış mı bilmem lazım. Eğer uygulamamışsa:
- O bilgi uygulanabilir değildir.
- Beklenen sonucu vermiyordur.
- Kendi anlattığına inanmıyordur.
falan filan... Bu benim için çok önemli. Kendi bilgisine değer vermeli, verdiği değeri hayatında göstermeli, hayatı rahat ve su gibi akar olmalı, ya da en azından değişimi görülmeli.

Gelelim diğer söze: Hocanın dediğini yap...

Yok aslında, bu pek bana göre bir şey değil. Yine de öğrenmek eyleminin bazen öğretenden bağımsız olduğu olgusuna değinmek istiyorum. Bu gece bir toplantıya davetliydim. Davet edilmeden önce de yüreğimde oraya gitmem gerektiğini bilmiştim üstelik. Gittim, öğretmen beyefendi ile tanıştım, sohbetini dinledim. AN'da olmaya çalışarak, anlamak için dinledim. Zihnimin her türlü bulandırma ve sulandırma çalışmalarına rağmen dinledim. Bana uyan ve uymayan, eski ve yeni anlatımları dinledim. Kafamdaki "ama"ları bir kenara bırakarak dinledim.

Sonunda bir AN geldi ki, içimden bir soru fışkırdı. Karşılığında çeşitli cevaplar geldi, ama aradığım cevap olmayan cevaplar. Bir süre sonra bu defa öğretmenden de cevap fışkırdı. İşte o AN ANladım. Sorumu, sorma AN'ımı, orada bulunma nedenimi.

O AN ne ben vardım, ne öğretmen, sadece cevap vardı, sadece EVREN vardı, öğretmenin ağzından konuşan.

"ANladım" dedim. Ben cevabımı aldım, öğrendim, öğretiden ve öğretmenden bağımsız olarak.

Süreç ve sonuç

Biliyorum, içinde bulunduğumuz düzen bize hep sonuç odaklı olmayı empoze etti. Bu konuda söylenmiş pek çok "modern" atasözümüz de var:
- Gideceği limanı bilmeyene hiçbir rüzgardan hayır gelmez.
- Sonuca ulaştıran her yol mubahtır.
- Hayat yol boyunca karşılaştığın fırtınalarla değil gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir.

Biri bir şey anlatırken uzattı mı, içimden hep "sonuç?" diye sormak gelir mesela...

Fark ediyorum ki, evren bu aralar bana süreci hatırlatıyor.

Eşim çok istedi, İtalya'da bir yemek kursuna gitti. Kime anlatsam, sonucu merak ediyor.
- Aşçı mı olacak?
- Restoran açmayı mı planlıyor?
- Davet mi verecek

Cevabı bilmiyorum, eşim de bilmiyor, çünkü bu hareket sonuç odaklı bir hareket değil, süreç odaklı. Yemek yapmayı ve İtalyan yemeklerini seviyor ve öğrenmek istedi. İşte bu kadar.

Benzer bir durumu bu hafta sonu da oğlumla yaşadık. Kum boyama yapmak istedi, ben de kıramadım, ancak fiyatı da biraz pahalı geldi açıkçası. Sonuçta oğluma şöyle dedim:
- Bak, bu resim çok güzel bir resim değil, evde saklamıyorsun da, üstelik de çok para verdik.

O da şöyle cevap verdi:
- Ama ben çok keyif aldım.

Bu kadar. Burada sonuç yok, ortada duvara asılıp on yıllarca bakılacak bir sanat eseri yok. Bir süreç var ve bu süreçten keyif alınıyor.

Anlıyorum ki, sonuçtan keyif almak için yıllarca çile çekmişim, katlanmışım, kendimi üzmüşüm. Sürecinden keyif almadığım hiçbir şeyin sonucu benim için kalıcı olmamış. Süreci sevmemişsem, sonucu da kısa ömürlü mutluluk getirmiş. Sona ulaşmak içim verdiğim çabada AN'ı ıskalamışım hep, sonuca odaklandığım için süreç içinde önüme açılan diğer yolları da ıskalamışım.

Daha tahammülsüz, daha sabırsız, daha anlamsız...

Ben artık bir sonucu hedeflemeden sürecin tadını çıkartma izni veriyorum kendime.

5 Ekim 2011 Çarşamba

İşini sevmek

Öncelikle belirtmeliyim ki, bu yazı dünkü işine saygı duymak yazımın devamı niteliğindedir, çünkü dün yazıyı gönderdiğimden beri kafamdaki sohbet dinmedi bir türlü.

Kendi çalışma hayatım gözümün önünden akıp duruyor. Bana ilginç gelen şu, 18 yıllık profesyonel çalışma hayatımda çok sevdiğim işler yaptım, çok zorlandığım nefret ettiğim işler oldu, ancak sadece bir tek işimde yaptığım işe saygı duyduğumu fark ettim. O da üniversite yıllarında staj yaptığım yerdir. Yaz aylarında bir eğitim şirketinin alt yapısında çalışıp her bir departmandaki kişilerin yıllık izinlerini şirket için bir yük olmadan içleri rahat yapmalarına yardım etmiştim. Santralde çalışıp telefonlara baktım, eğitim valizleri hazırladım, randevuları, görüşmeleri organize ettim, bilgi işlemde not daktilo ettim, her işi yaptım. Benim işini yaptığım kişi de gönlünce aklı kalmadan yıllık iznini yaptı.

Fark ediyorum ki, yıllarca hep seveceğim işi aramışım. Oysa ki sevdiğimi söylediğim işlerimi gözden geçirdiğim zaman aslında orada mutlu olan korkularımı görüyorum bugün. Başarılı olma, para kazanma, takdir edilme, güç, sevilme korkuları temelli ya da kendi entelektüel kapasitemi ön plana çıkartabildiğim, dolayısı ile kendimi değerli hissettiğim, kendimi var ettiğim işler. Mutlu olan korkular, tabii bir süre sonra tavan yapan korkulara dönüşüyor: Güçsüzlük, yetersizlik, başarısızlık, takdir görmeme, değer verilmeme ve yok sayılma... Kavgalar, tartışmalar, huzursuzluklar alıyor iş yerindeki mutluluğun yerini.

Ortaokuldaki Almanca hocam anı defterime şöyle bir söz yazmıştı: "Glück liegt nicht darin, dass man tut, was man mag; sondern dass man mag, was man tut." Sözcük anlamı ile çevirdiğiniz zaman aşağı yukarı şöyle oluyor: "Şans insanın sevdiğini yapmasında değil, yaptığını sevmesindedir."

Tabii ki insan kendi şansını kendi yaratıyor ve her zaman her işte karşısına arzu ettiği şeylerin yanı sıra arzu etmedikleri de çıkıyor. Bu durumda olması gereken bakış açısının sevdiğiniz işi aramak yerine yaptığınız işe saygı duymak olduğunu düşünüyorum. Yaptığınızı, yarattığınızı, ortaya koyduğunuzu severseniz, işinizi de seversiniz, çünkü o zaman dış etkenler sizi daha az bağlayacaktır. İş tatmini dışardan değil direkt yaptığınız işten gelecektir.

Bu durumda ben artık seveceğim işi arama telaşımı bitiriyorum. Fark yaratacağıma, değer yaratacağıma, önemine inandığım işi yaratmayı başlatıyorum.

4 Ekim 2011 Salı

İşine saygı duymak

Bugün kuaförümle sohbet ediyorduk. Köyde mahsur kaldığımız bir zamanı anlattım. O da en büyük korkularından birinin işinden kalmak olduğundan bahsetti. İlk anda o telaşının para kazanmak ile ilgili olduğunu sandım, ama hemen ardından gelen açıklaması ibret verici oldu benim için: "Hani acil bir toplantıya gidecek, fön çektirecek olabilir; yurt dışına çıkacak olanlar var, onları bekletemem." dedi. Kendisi zaten hem işini seven, hem de yaşamayı bilen bu anlamda hayranlık duyduğum birisidir. Bu bakış açısı da tam işler ile ilgili kafa yorduğum bu dönemde beni çok etkiledi.

Çoğumuzun pek çok durumda diyebileceği gibi "ya, alt tarafı bir fön, mahalle kuaföründe çektirsin." demiyor, müşterisine saygı duyuyor, ama en çok da kendi yaptığı işe önem veriyor ve saygı duyuyor.

Profesyonel hayatın hızla aktığı günlerimde dinlediğim bir konferansta anlatılan bir hikaye de aynı şeyleri anlatmıştı bana. dükkanında yangın çıkan bir fotoğrafçının, önce teslim edilmek için bekleyen tab edilmiş fotoğrafları kurtarmaya çalışması ile ilgili bir hikayeydi sanırım. Ya da bu hali ile benim gönlüm daha çok beğenmiş hikayeyi. Adam, o fotoğrafların insanların en değerli şeyleri olduğunu düşünmekteydi. İşini sıradan bir tab edicilik olarak değil, insanların hayatlarından, saklamak istedikleri en önemli kesitlerinin ortağı olmak olarak nitelendirmekteydi. Yaptığı işe son derece saygı duymaktaydı.

Benzer bir durumu geçenlerde pazarda yaşadım bir de. Kavun alacaktım, "seç abla." dedi pazarcı. Ben de "ben anlamam, sen ver işte bir tane" dedim. Adamcağız "Abla bize itimat etmiş, güvenmiş, ona en iyi kavunu seçelim." diyerek verdi bana kavunu...

Yine yıllar önce çay dağıtan bir Bülent'imiz vardı. Şirkette çalışan 200 kişinin tek tek çayını/ kahvesini kaç şekerli, sütlü mü sade mi, nasıl içtiğini bilir ve söyletmeden masaya bırakırdı. (Tabii benim gibi ezber bozanlara her gün sorardı, o başka.) Hala eski arkadaşlarla buluştuğumuzda Bülent'in kulaklarını çınlatırız.

Fark ettim ki, işine saygı duyan insan kendine saygı duyan insandır. İşine değer veren, insana değer verir, kendine değer verir. Tabii işini sevmek de önemli, ama belki de daha önemli olan işinle yarattığın değerin farkında olmak.

Bugün karar verin: Sağda solda bulduklarını yuvaya taşıyan karınca mısınız? Yoksa bütün kraliyet ailesini ve gelecek nesli yetiştiren besinlerin üretilmesine mi katkıda bulunuyorsunuz?

2 Ekim 2011 Pazar

Değer

Bugün kendi değerimle ilgili yeni bir şey öğrendim içimden. Değer, ilginç bir konu, bir çok başlığı var:
- değer vermek
- değerine sahip çıkmak
- değeri düşmek
- değerini yitirmek

her biri ayrı bir yazı konusu. Benim bugünkü konum ise: Değerini bilmek...

Hayatımda değerini bilmeyi hep 3. şahıslar/ dış etkenlerle ilgili olarak var etmişim de hiç kendi değerimi bilmemişim sanki...

Yaptığım eylemler, içime attıklarım, sakladıklarım hep değerimi bilmemekten - burada bilişten, içten gelen bilgiden bahsediyorum- kaynaklanıyormuş meğer.

Hani topluluk içindeki hareketlerimizin, konuşmalarımızın, aşırılıklarımızın önüne ket vurmaya çalışırız, bize yakışmayacağını düşündüğümüz bu nedenle dışa vurmadığımız pek çok his/ söz/ eylem vardır, en azından benim var. İşte tüm bunlar kendi değerimi bilmememden kaynaklanırmış.

İşte üstbenim bugün bana bunu hatırlattı: "Hiçbir şey benim değerimi düşüremez, çünkü ben kendi değerimi biliyorum."


Yaptığım, yapacağım, yapmayı düşündüğüm, aklımdan geçen... herşey benim ve hepsi benim değerim. Ben kendimi saklamaya çalışmayı bırakıyorum. Ben neysem o olduğum halimle kendi değerimi biliyorum, ne bir eksik ne bir fazla...

29 Eylül 2011 Perşembe

Tedirginlik

Geçmişte yaşadıklarımızın bugünümüzü etkilediğini hepimiz biliyoruz. Sadece başımızdan geçenlerin değil, başkalarının başından geçenlerin ya da değer verdiğimiz insanların söylediklerinin bile bugünkü tedirginliklerimiz ve tutukluklarımız üzerinde büyük etkisi var.

Çevremde bana aynalık yapan pek çok insan gibi ben de kamu dairelerine işimin düşmesinden tedirginlik duyuyorum. Bu konunun hayatımı epey etkilediğinin farkındayım özellikle son günlerde. Devlet memuru çocuğu için oldukça enteresan bir durum oysa ki, çocukluğum bir kamu kuruluşunda geçti ne de olsa. Çok daha rahat, çok daha alışık hissetmeliyim kendimi.

İçimde araştırdıkça, o günlerde etrafımdaki pek çok teyzenin - amcanın, benim okuyup büyük adam olup onlar gibi olmamamı dilediklerini, benim de onlara söz verdiğimi görüyorum. Bu sözleri tek tek iptal ediyorum, görüşlerini o kişilere iade ediyorum ve "bunlar benim inançlarım değil." diyorum. Her defasında o kişiye inanmayı neden seçtiğimi sorguluyorum.

Çocukluğumuzda verdiğimiz bu tarz sözlerin -biraz da zihnimiz tarafından çarpıtılarak- hayatımızı etkileyişi bence çok dramatik. Düşünsenize kamu kurumlarına giremeyen birisi iş kuramaz, hastaneye gidemez, taşınmaz satın alamaz, daha neler neler, tüm bunlar için aracı kullanmak zorunda hisseder kendini, yani benim için böyle en azından. Tabii bu çalışmalardan sonra değişeceğini umuyorum.

Aynı şekilde o kurumlarda çalışanlar hakkındaki görüşlerim aynalık olarak her kuruma girişimde kendini gösteriyor; insanlar yavaş çalışıyor, mantıksız şeyler istiyor, yüzleri gülmüyor... İşin komik tarafı artık farkında olduğum için bunları sadece bana yapıyorlar, sağımdaki solumdaki insanların işleri gözümün önünde akıyor, benimki tıkalı... Şu evrenin anlatma haline bayılıyorum.

27 Eylül 2011 Salı

Tutku ile istemek

Paulo Coelho'nun Hac isimli kitabını okuyorum bu ara. Kafamda dönüp dolanan bir kavrama rastladım orada, Coelho "Yürekten Savaşmak" olarak nitelendirmiş, ancak benim içimdeki ses "Tutku ile İstemek" diyor. Sanırım aynı kavram.

40 yaş yazımda bahsetmiştim ya, hayatımın geri kalan yarısında tam da yapmak istediğim şeyi yapmak istiyorum diye, kendimle sohbetlerim beni bu kavrama getirdi. Fark ettim ki, çok uzun zamandır hiçbir şeyi tutku ile istememişim. Hani "siz bir şeyi yürekten isterseniz evren sizin için seferber olur" derler ya, bence tutku ile istemek bunun biraz daha ötesinde bir durum. Bir şeyi tutku ile istediğiniz zaman, aslında evren falan umrunuzda değildir. İşaretlerle ilgilenmezsiniz bile, her şeyi, karşılaştığınız zorlukları bile hayra yorarsınız. Vakit kaybetmez, arzu objenize doğru yönelirsiniz.

Tutku ile sarılmayı unutunca dinginliği, huzuru bulduğumuzu sandık ne yazık ki. Elimizdeki ile yetinmekle mutluluğun anahtarını elde etmişiz gibi geldi. Oysa sadece sınırlarımızın içinde yaşamayı öğrendik. Bildiğimiz mutsuzluğu bilmediğimize yeğledik.

Tutku ile istemek deyince büyük büyük şeyler olması gerekmiyor istediklerimin, asıl önemli olan içinde o heyecanı barındırması, hissettirdikleri. Başarı, güç, hedeften bağımsız olarak o duyguyu, o yoğunluğu istiyorum. Kalbimi yakan o heyecanı, gözlerimi parlatacak yaşama sevincini.

En son eşimde gördüm tutkulu bir istek. Ne paramız vardı, ne işi, ama zeytinlik bakmaya başladı. Gazeteden ilanlar okudu durdu aylarca. Sonra birden para geldi, zeytinlikler alındı. Alınması değil ama önemli olan, o istek, o heyecan.

Kendim ne zaman hissettim bilemiyorum. Belki oğlumun olması ile ilgili idi. Ne zaman kapattım kendimi tutkuya bilemiyorum. Küçükken olgun, mantıklı olmak uğruna bıraktığım tutku, büyüdükçe bilge olmak/ görünmek adına engellendi sanıyorum. Ama artık ortaya çıkabilir, hazırım.

18 Eylül 2011 Pazar

İşler ve Boş Zaman

Eskiden bize insanın zamanının ikiye ayrıldığını öğrettiler, işler ve boş zamanlar. En popüler sorulardan biri "Boş zamanlarınızda ne yapmaktan hoşlanırsınız?"dı mesela. Biz de kendimize boş zamanlarımızda ne yapmamız gerektiğini sorardık, anket defterlerini doldururken, öz geçmiş yazarken, kendimizi tanıtacağımız konuşmalarda.

Gündelik yaşam içinde keyif almaya yer yoktu, sadece vazifeler vardı, istemediğimiz, ama yapmak zorunda olduklarımız vardı. Okula gitmek mesela, ders çalışmak, daha sonra işe gitmek, evi temizlemek, yemek pişirmek, hayatta yaptığımız her şey...

Fark ettim ki, benim tüm bu işleri telaş içinde yaparken tek bir amacım varmış, bir an evvel bitirip boş zamanıma kavuşmak, çünkü öyle kodlamışım kendime: Sadece boş zamanlarımda keyif alabilirim.

Oysa bugün anlıyorum ki, keyif aldığım şeyler için vakit yaratmaya çabalamam gerekmiyor, onlar kendilerine zaman açıyorlar zaten hayatımın içinde. Yazı yazmak gibi. Benim için bir disiplin meselesi, bir vakit ayırma meselesi değil yazı yazmak. Beynimde gelişen, olgunlaşan, kendini kelimelere döken bir çağlayan. Vakti geldiğinde oturuyorum ve yazıyorum. İçimde tutamıyorum zaten.

Daha komiği çamaşır yıkamayı ve asmayı seviyorum. Bu nedenle sürekli çarşafları değiştiriyor, kıyafeteleri kontrol ediyor, kendime yıkanacak çamaşır çıkartıyorum canım sıkıldığında.

Demek ki, hayattan keyif almak için boş zaman yaratmam gerekmiyor. İşlerimi koşarcasına devirip "eee, şimdi ne yapacağım?" sorusu ile karşılaşmam, bu nedenle de keyif almadan ezberlenmiş boş zaman aktivitelerini tekrarlamam gerekmiyor. Sadece sevdiğimi yapmam ve yaptığımı sevmem yeterli hayattan keyif almak için.

Ben artık hayatımı ikiye ayırmaktan vazgeçmeye niyet ettim. Benim tüm hayatım keyif aldığım AN'lardan oluşmalı. Seviyorsam, istiyorsam, içimden geliyorsa, işte o AN dolu zamandır benim için, boş değil.

17 Eylül 2011 Cumartesi

Kaçırılan Fırsatlar ya da Kaderime Küssem

İş yaşamı ile ilgili çalışmalarım devam ediyor kendi ritmi ile. Bu arada ufak farkındalıklar da çıkıyor karşıma. Bunlardan bir tanesi, geçmiş yıllarda, daha geçmiş yıllar ile ilgili öğrendiğim, sonra da unuttuğum bir bilgi.

Kendimce çok başarılı olduğum, çok çaba serfettiğim, kafayı yeme noktasına geldiğim, sonunda da dayanamayıp ayrıldığım bir işyerimde aslında biraz daha dayansaydım büyük bir terfi almama ramak kalmış olduğu bilgisi. Orada çalıştığım son günlerde kendimi mutsuz, başarısız, takdir edilmemiş, değersiz hissediyordum. Umursanmamış, dikkate değer bulunmamış ve hayal kırıklığına uğramıştım.

Bahsettiğim bilgiyi aldığım zaman ise, istifamın müsebbibi olan insanlardan bir intikam almış olduğumu düşünmüştüm. Kendimi daha güçlü ve başarılı hissetmiştim.

Oysa şimdi, iş yaşamındaki AN'larımı tek tek affederken aslında tüm bunların tamamen benim yarattığım şeyler olduğunu da anlamış bulunuyorum. Şimdiye kadar düşündüğüm gibi "ben kendimi takdir edersem takdir edilirim." bile değil işin aslı, ancak şu olabilir: "Ben kendimi takdire layık gördüğüm AN'da takdir edildiğimi fark edebilirim."

Geçmiş nasıl değişir bilmiyordum eskiden, şimdi anlıyorum. Benim geçmişim AN be AN değişiyor, çünkü geçmişle ilgili hatırladıklarım değişiyor, algılarım değişiyor, olaylara verdiğim ANlam değişiyor, ben değişiyorum, geçmiş değişiyor, dünya değişiyor.

Bu yolda fark ettiğim bir başka nokta da paraya verdiğim değer. Bugüne kadar paralı ve parasız; fakir ve zengin bir çok zamandan geçtim. Bu süre zarfında kimi zaman paranın sağlığı ya da geçip giden ömrü satın alamayacağını düşünüp teselli buldum, kimi zaman kazandığım para ile başarımı ölçtüm, kimi zaman para hesabından bağımsızlaşmak ile övündüm. Oysa şimdi anlıyorum ki, bu AN'ların hepsinde para hakimdi. Parayı düşünmemek de para idi, başarı odaklılık, güç takıntısı ya da bağımsızlık da... Herşeyin altında para vardı.

Geldiğim şu noktada merak ediyorum: Paradan bağımsız bir yaşam düşünülebilir mi? Paranın akışının farkında olarak, gelen ve gideni bilerek, ama onu merkeze koymadan? Ne dolce vita ne burjuva ne hint fakiri olmadan sadece olsa da hoş olmasa da diyerek...

15 Eylül 2011 Perşembe

Değişim

Paulo Coelho, blogunda bir yazısında: "Değişim siz hazır olduğunuzda gerçekleşir." (changes happen when you are ready) demiş. Ayşe de "Bir nehri aceleye getiremezsin" (you can't push a river) diye devamını getirmiş. İkisi de beni çok etkiledi bu sabah.

Bir karar verdim, bir şeyleri değiştirmeye çalışıyorum. "Artık bu böyle gitmesin" dedim kısaca. Sonra da değişim için çalışmaya başladım, evrenin de benimle birlikte çalışmaya başladığını düşünüyorum. Yine de büyük değişimlerin zaman alacağını unuttuğumu fark ettim bu iki cümleyi okuyunca.

Bir beklenti tuzağına kendimi sokmuşum yine, o nedenle evrenin yanımda olduğunu, benimle yürüdüğünü unutmuşum. Evreni aceleye getiremez insan, evren de insanı aceleye getiremez, çünkü özgür irade vardır. Bu durumda insan ve evren ancak aynı ritmde birlikte yol alabilir. Nehir olmak, akış olmak da bu değil midir zaten.

Yapmam gereken aslında açık. Bir karar verdim, bununla ilgili çalışmalarımı yapmalıyım. Ancak çabaya girmeden, kendimi üzmeden, ama bırakmadan ve yaymadan. Beni zorlayan, kaçma hissi uyandıran yerler dönüşüm noktaları ise oralara biraz daha zaman ayırmalıyım. Bu yolda evrenin işaretlerine gözümü açık tutmalıyım, ama yoluma kendi yerleştirdiğim taşlara karşı da uyanık olmalıyım.

En önemlisi, değişime zaman tanımalıyım, beklentilerimden arınmalıyım. Aksi takdirde, sadece kendimi üzerim, üstelik evrenin bana vermek istediklerine de arkamı dönmüş olurum. Beklentinin kendime bir çerçeve çizmek olduğunu biliyorum artık. Sınır koymak ve olacakları o sınır içinde tutmak, bir anlamda daha güzeline de kendini kapatmak değil midir?

Yola çıktım yürüyorum, biliyorum ki, ben neye hazırsam o benim için yola çıktı ve geliyor.

10 Eylül 2011 Cumartesi

Tam ortasındaydık hayatın...

40 yaşıma girmeye günler var ve ben kendimi başka bir ruh hali içinde buldum. Uzunca düşündükten sonra da bunun orta yaş bunalımı olduğuna karar verdim.

Burası öyle bir nokta ki, bu ana kadar sizin için belirsiz olan hedefler, toplumun çizdiği sahneler netlik kazanırken sizin için çok daha belirli olan olaylar ise belirsizlik haline giriyor. Karışık ama açıklayacağım şimdi.

Yani 20'li yaşlarımı düşünüyorum mesela, kariyer hedeflerim vardı, evlenecek miyim, çocuk sahibi olacak mıyım gibi sorularım vardı kafamda, kuracağım yeni hayat önümde uzanıyordu. Hepsi belirsiz birer hedef halinde havada uçuşuyorlardı. Yani, daha çok gelecekte yaşıyor gibiydim. O zamanki halimi tanımlamam gerekirse, gerçek hayatıma hazırlık yapıyor gibi hissediyordum kendimi.

Şu ana baktığım zaman ise, bunların hepsi bir raya oturdu. Kariyer olarak nereye gelebileceğim konusu netlik kazandığı gibi emekli hayatına (evet, bu konuda biraz şanslı hissediyorum kendimi) da geçiş yaptım. Kiminle evleneceğimi artık merak etmiyorum, zira 10 yıllık evli ve 1 çocuk sahibiyim. Dediğim gibi, Bundan 20 sene önce benim için belirsiz birer yol çizgisi olan her şey bugün artık belirli.

Ancak ne mutlu ki, bu anlamda hayatın sonuna ermedim, yani unumu eleyip eleğimi asma durumunda değilim. Ortalama ömür beklentisinin uzadığı bu yakın çağda, yaklaşık olarak bir bu yaşadığım kadar daha yaşayacağımızı var sayıyoruz.

Bu noktada orta yaş krizi bir metamorfoz anlamına geliyor, her doğum gibi sancılarını içinde barındırıyor. Bir kere yol belli değil. Bu dönem için çizili belirgin bir patika yok. Bu da arayan insana KİM olduğunu anlayabilmek için sunulan bir fırsat.

Ben aslında ne yapmak istiyorum?
Nelerden hoşlanıyorum?
Önümdeki 40 yılda neler yapmak istiyorum?

Tabii kantarın topuzunu terse kaçırıp bu defa da geçmişte yaşamak tuzağına kapılabilir insan, ya da bu kaygılardan yola çıkıp çocukları için planlar yaparak yeniden geleceğe döndürebilir gözünü. Çocuk sahibi olmak konusundaki geçmiş çalışmalarım beni "artık çocuklarım için yaşayacağım" tuzağından kurtarsa da gençlik hayallerimdeki kariyer hedeflerim ya da iş hayatındaki başarılarım beni geçmiş hesaplaşmalarına yakınlaştırıyor zaman zaman. Şu sıralar beni Para ile ilgili çalıştıran üstben'im iş yaşamı kulvarından geçerek bu konu üzerine eğilmemi istiyor sanırım.

Yine de hayatın bu tam orta noktasını AN'da yaşamak için bir fırsat olarak görüyorum. Geleceğe fazla takılmadAN, geçmişe fazla saplanmadAN, tam olarak AN'da...

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Beklentiler

"Beklentileriniz olmazsa mutsuz de olmazsınız." Bu tarz bir söylemi sanırım ilk olarak Deepak Chopra'nın kitaplarında okumuştum. O dönem daha koşuşturmanın içinde olduğum için açık söylüyorum hiçbir şey anlamamıştım. O zamanlar hedef belirleme ile başlayan koşu hayatımın ön planındaydı. Hatta proaktif olma, stratejik davranma gibi terimler prim yapıyordu.


Aradan 8-9 sene geçti. Biraz daha duruldum, daha az koşar oldum. Ancak bugün bakıyorum da hala beni aşağı çekiyor "beklentilerim".


Kendimce anlamını açıklayayım beklenti kelimesinin: 
* Bir eylemin sonucunda belli bir şeyin olmasını beklemek.
* Toplumun ya da insanın kendisinin kendine biçtiği rol ile doğru orantılı olan davranışları yerine getirmek.


Tabii eskisi kadar ön planda seyretmiyor bu beklentiler, ancak sinsi sinsi hala oradalar. Mesela eskiden bir "iyilik" yapınca teşekkür beklerdim. Oysa şimdi biliyorum ki, birinin istemediği birşeyi yaparsak, onu zaten onun için değil kendimiz için yapıyoruz. Sonuçta teşekkür ya da tekdir bekliyorsam, o zaten iyilik değildir ki.


Beklentinin altında biraz da takılıp kalmak var. Biraz şartlanmalardan, biraz sınırlı düşünmekten kaynaklanıyor bu takılmalarım. Örneğin çok para istiyoruz diyelim, aklınıza hangi kaynaklar geliyor?


- Milli Piyango?
- Miras?
- Borsada voliyi vurmak?


Ben fark ettim ki, çalışmalarımı gerçekten de bir noktaya kilitlemişim. Cevabı orada arıyor, olmayınca mutsuz oluyorum.


Aklımıza gelen seçenekler kendi sınırlarımız ile çerçeveli herşeyden önce. Ayrıca fark ettim ki, "çalışarak çok para kazanılmaz" gibi bir kaydım daha var. Ama tüm bu çalışmaların sonunda beni asıl mutsuz eden, beklentilerim. O kadar alışmışım ki edim-ödül döngüsüne, yaptığım her eylemin sonunda bir ödül bekliyorum. Olmazsa, düşüyorum, hayal kırıklığına uğruyorum, demotive oluyorum. İşte beklentinin laneti...


Oysa ben artık kendimi akışa bırakmak, ektiklerimin meyvelerini vakti geldiğinde toplayarak, evrenin güzel sürprizlerini beklentisizce karşılayarak ilerlemek istiyorum.

16 Ağustos 2011 Salı

Burnumun Ucu

Hani "Herşey sende gizli" demiş ya Can Yücel, öyle birşey işte... Aylarca ararsınız cevabı, bakmadığınız yer kalmaz, sonra bir bakarsınız burnunuzun ucundaymış aylardır, görememişsiniz.

Aylarca aradım ben de cevabımı. Gözümdeki gözlüğü arar gibi aramışım meğer.

Yine de Simyacı'daki çobanın seyahati gibi, bazen taa Mısır'a gitmeden, anlamıyor insan evinin önündeki hazinesini. Değerini bilmekten bahsetmiyorum, gerçekten bulmaktan bahsediyorum, mecaz yok.

Hazır olmakla ilgili çünkü anladıklarımız. Ben neye hazırsam o da benim için hazırdır. (Marc Victor Hansen'in sözü) Hazır değilsem henüz, sadece ararım, hazır olunca ANlarım.

Ne mutlu bana ki, bugün bir şeye daha hazırmışım, bugün buldum gözümdeki gözlüğümü, burnumun ucunda...

11 Ağustos 2011 Perşembe

İsyan

"Aman iyi düşünelim, iyi olsun." diye bir inanış vardır. Maalesef öyle olmuyor. İçimizde, sürekli susmayan zihnimizde öyle kötü şeyler söyleniyor ki, bizim bunları dinlemezmiş gibi görünmemizin maalesef bir faydası dokunmuyor. Bir sinek vızıltısı gibi beynimin içinde sürekli bir yayın var, onu dinlemiyorsam, bu duymadığım anlamına gelir mi?

Korkunun üstüne gitmek lazım bu gibi durumlarda... Ama "yenmek" için değil, yanlış anlaşılmasın, sadece daha iyi anlamak için... Mantığın "kaç" diye bağırırken, orada durup kendini iyice gözlemlemek için... Başına kötü bir şey geldiğinde buna şükretmek lazım, ama sabır kuyusu olmak anlamında değil, görüp dönüştürmek için.

"Buna da şükür" afyonumuz ise eğer, bir yerde yanlış yapıyoruz. Halimizden memnun olmamak lazım, ama hırslanmak anlamında değil, değiştirmek istemek anlamında.

"Her işte bir hayır vardır."cılığı bırakmalıyız artık, hayır sadece dönüşümdedir. Başımıza gelen her felaket bir fırsattır elbet, ama dönüştürmek için statükoyu korumaya çalışmak yerine kararlı bir değişim isteği gerekir.

Ben sıkıştım yine ve bu "sakinleştiriciler" dönüyor sıra ile beynimde. Hiç birini kabul etmeye niyetim yok. Ben sevmedim bu olanları, istemiyorum. Ben dönüşümü seçiyorum.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Bir dilek tut

Bugün bana bir dilek hakkı verilseydi, sadece tek bir dilek hakkı, ne dilerdim, onu düşündüm...

Tek bir dilek ile bütün dünyayı düzeltmek mümkün mü diye düşündüm önce? Dünya barışı gibi mesela... Önce insanın içindeki savaş bitmeli diye düşündüm. İçimizdeki savaşma dürtüsü sona erse belki biter savaşlar. Ama o zaman ilerleme olur muydu diye merak ettim. Bir de savaşların bitmesi dünyayı başka bir dengesizliğe götürürmüş gibi geldi.

Dünyanın olabileceği en ideal hale gelmesini dilemeyi düşündüm. Hani bir dileğin tüm yönleri ile değerlendirilmesi gerekir mantığı ile detaylardan biraz kurtulmak için... Ama böyle bir durumda da her halde hiçbir şey değişmezdi dünya düzeninde... Olabilecek en ideal hali ile yaratılmıştır her halde dünya, değil mi ama?

O zaman tek bir dilekle dünyayı olduğundan daha iyi bir yer yapamayacağımı kabul ettiğime göre, kendim için hani "bencilce" bir şey dilesem diye geçti içimden... Beni şu anda olduğumdan daha "iyi" yapacak tek bir dilek ne olabilirdi? Hani parada pulda, evde, arabada zaten gözüm yok. Sonsuz huzur dileyebilirim belki?

Sonsuz huzur? Uğrunda uğraştığımı sandığım, gün be gün ona yürüdüğüm konu...

Korktum. Sonsuz huzurun beni çevireceğini sandığım ŞEYden korktum. Sanki ben olmaktan çıkarmışım gibi. Benim olan herşeyi kaybedecekmişim gibi. Bunca yıldır aklımla bildiğim şeyi, işimin, eşimin, evimin, tahsilimin BEN olmadığımı, halen gönlümle bilmezmişim meğer...

İç huzuruna kavuşmanın OT olmak olduğunu sanırmışım hala için için... İnsanın değişim korkusu içinde olmasının daha net bir nedeni olur mu? İçinde bulunduğumuz bu üstünlük, güç, güvende olma savaşından çıkmak istemememize bundan başka bir açıklama gerekir mi?

Ben kendimi tam olduğum halimle anlamayı ve kabul etmeyi seçiyorum.
Ben üstümdeki gömlekleri birer birer çıkartırken altından çıkacak olan BEN'in sevgi ve huzur olduğuna inanıyorum.
Ben huzura güvenle ilerliyorum.

2 Ağustos 2011 Salı

Anahtar sahipleri

Annem taşındı yakın zamanda... Bu nedenle ortalıkta bir anahtar mevzuu dönüp duruyor ortada... En son bugün evdeki anahtar yığınına bir göz attım, tanımadığım, bilmediğim, hangi kapıyı açtığı belli olmayan bir sürü anahtar buldum evde...

Milan Kundera'nın Anahtar Sahipleri isimli bir tiyatro oyunu vardı. Yıllar önce okumuştum. Gücün bir sembolü olarak bahsediyordu anahtardan. Ben de sordum haliyle kendime bugün: Anahtar benim için ne demek?

TDK tam 9 anlam vermiş anahtar için. Çarpıcı olan 2 tanesi şu şekilde:


 6. mecaz  Vesile, araç, vasıta:
       "Biliyordu ki sabır, cennetin anahtarıdır."- P. Safa.
7 .   sıfat, mecaz  Herhangi bir olayda belirleyici olan:
       "Anahtar parti."- .



İlk aklıma gelen, hayatım boyunca karşılaştığım her sorunda kilit olmak yerine anahtar olmaya çalıştığımı fark ediyorum, çözüm üreten, süreci yöneten, yokuşa sürmeyen, kolay geçinilen... Hatta maymuncuk olmaya çalışıyorum köşelerimi yuvarlama gayreti ile... Başkaları için her kapıyı açan olmak... Bu sayede sevilmek, vazgeçilmez olmak, gizli bir güç...


Ama bu yazıya başlarken aklımdaki asıl tema bu değildi, sapmayalım o zaman, bu yoldan başka zaman geçeriz.


Elimizde ne anahtarlar var, hangi kapıları açıyor bilmiyoruz. Buradan çıkmıştı konu. Hangi anahtarları saklıyoruz kendimize, artık gerekli olmayan? Bir gün bir kapıyı açar umudu ile hangi anahtarları taşıyoruz cebimizde? O kapılar nerede peki? Gerçek kapılar mı onlar? Arkasında ne bulacağımızı ummuştuk o anahtarları cebimize koyarken?


Anahtarları düşünmeyi bitirince kilitlere geçeceğim... 

29 Temmuz 2011 Cuma

Başkalarını anlamak

Mesela arkadaşlarımız gelir, dertlerini döker bize, biz de dinleriz, "Seni anlıyorum." deriz arada, kendi hayatımızdan örnekler veririz, EMPATİ kurarız, hatta "ben senin yerinde olsaydım..." la başlayan cümlelere gider sohbet.

Yine "ben olsaydım..." ların sonucu olarak başkalarını yargılar, onları sorumsuz, anlayışsız, kaba vb. olmakla suçlarız...

Gerçekten mümkün müdür başkalarını anlamak? Oysa kendi hayatımızda bile her adımımızı farklı atmıyor muyuz? Her adımda farklı tecrübelerin, farklı korkuların, farklı duyguların etkisi ile farklı hareket etmiyor muyuz? Sonra bazen sormuyor muyuz kendimize "ben bunu nasıl/ niye yaptım?" diye? Kendimizi bile tanımadığımızı fark etmiyor muyuz?

Ben ediyorum. Her adımda önümde açılan yeni yolda başka biri olarak ilerlerken kendimi yeniden keşfediyorum, sonra yine değişiyorum bir sonraki adımda. Bazen yemeğimi 10 dakikada yiyip bitiriyorum, bazen 1,5 saatin sonunda hala yiyor oluyorum. Ne hızlı yiyen biriyim, ne de yavaş...

Bazen saatlerce gürültüye maruz kalıyor ve gülümsüyorum, bazen 5 dakikada o ses beni çılgına çeviriyor.

Ben aynı kişi miyim? Hermann Hesse'nin Bozkırkurdu'nda söylediği gibi 1000 kişiliğim mi var yoksa? Ya da her adımda başka biri miyim zaten?

Anlıyorum ki, başkalarını anlayamam, çünkü her AN değişiyor. Bazen "o öyledir" diyebilirim sadece, ama bazen "öyle" bile değildir. Bilemeyeceğimi biliyorum. Tek yapabileceğim İZİN vermek olabilir. Bu kolay mı? Bana değmiyorsa daha kolay en azından. Eskiden bu bile zor geliyordu. Bana değiyorsa?

Anlamak rahatlatıyor tabii insanı. Kafanda tartıyorsun, bir neden buluyorsun, mantığa bürüyorsun bir anlamda, rahatlıyorsun. O nedene öyle bir inanıyorsun ki bir gün aynı (olduğunu sandığın bir) durumda aynı insandan farklı bir tepki görüyorsun ve bazen bütün dünyan yıkılıyor.

İyisi mi bırakmalı bu illüzyonu... Daha kendimi bilemezken, başkalarını anlamaya çalışmak boyumu aşıyor benim...

22 Temmuz 2011 Cuma

Hayat dediğin...


- Başkalarının senin için çizdiği balonun içini doldurmaya çalışmak
- Olman gerektiğini sandığın insan gibi olmaya çalışmak
- Hayatta üstüne aldığın rollere uymaya çalışmak
- Farklı olmaya çalışmak
- Aynı olmaya çalışmak
- Yolda kalmaya çalışmak
- Yoldan çıkmaya çalışmak
- Sevmeye çalışmak
- Unutmaya çalışmak
- Nefes almaya çalışmak
- Yönünü bulmaya çalışmak
- Hedefe koşmak
- Olmadığın biri gibi olmaya çalışmak
- Gözden ırak olmamak
- Risk almak
- Kimlik peşinde koşmak

ya da

AN'da kalmak ve AN'ı yaşamak...

21 Temmuz 2011 Perşembe

Kaburga kemiği

18 yaşındaki bir yakınım ile sohbet ediyorduk, genel konuşmalar, fıkralar falan derken, ben kadınlarla ilgili bilinen bir fıkrayı anlattım ona. Hiç anlamadan yüzüme baktı, çünkü yaradılış efsanesine göre Havva'nın Adem'in kaburga kemiğinden yaratıldığını bilmiyordu.

Acayip kızdım ilk önce. Bomboş bir gençlik yetişiyor, falan, filan... Hani ben bu bilgiyi nereden öğrendiğimi bile hatırlamıyorum, o kadar temel bir bilgi benim için. O nasıl bilmez, bu kadar genel kültürden yoksun olunur mu? vs.

Bir an geldi ki, bu konuşmanın bana vermeye çalıştığı mesajı fark ettim: Artık kadınlar kaburga kemiği ezikliğinde değiller... Benim için değiller, onun için de değiller... Bu durumda bu efsanedeki "kayda" da ihtiyaç yok ki artık. Algılar değişiyor, bilgiler de değişiyor, ihtiyaçlar değişiyor...

Tıpkı oğlumun bana "Zaten artık hırsız yok ki" demesi gibi... Güvensizlik korkusu, kaybetme korkusu ya da her ne varsa altında azaldıkça, hırsız da kalmıyor...

En azından benim için... 

Altı boş

Bu aralar yeni bir deneyim yaşamaya başladım. (sadece başladım, arada oluyor, her zaman değil.) Bir olay yaşıyorum, beni çok kızdırması gerektiğini düşünüyorum, hatta kafamda öfke ve kavga sözleri tasarlıyorum, ama gerçekte o kızgınlık duygusunu hissetmiyorum. Normal şartlar altında kızacağım, hatta geçmişte üstüne büyük kavgalar yaptığım bir konu olabilir bu. Ama kızmıyorum. Bastırılmış ya da sinirleri alınmış tarzı bir kızmama değil bu, tamamen yeni bir hal. Altı boş, yani altında o öfkeyi geliştirecek, destekleyecek enerji yok, sadece alışkanlık kalmış. Sanki düğmeye basılıyor, ama düğmenin altındaki mekanizma yok; çalışmıyor değil, YOK.

Yani biri beni bırakıp gittiğinde altında terkedilme korkusu yok; bir laf ettiğinde değersizlik yok; bir şey kırıldığında suçlanma yok; yenme, yenilme, güç kavgası yok.

Çok değişik, çok güzel bir his. Kaçınma yok, bastırma yok, olgunluk taslamak yok, çünkü altında enerji yok.

Altı BOŞ.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Aşk var mı?

Cem Akaş'ın bir kitabını okuyorum, İse, ki değil... İlk deneme Aşk ile ilgili, aşkın karanlığın bir fonksiyonu olduğundan bahsediyor. Ben de sormaya başladım hali ile, aşk nedir ya da aşk var mı diye...


TDK'ya göre aşk: Aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi, sevda, amor


Kimi tutkuyu anlatıyor aşk tanımında, kimi seksi, kimi evliliği... Her halde aşkın tanımlanamaz olmasının ana nedeni de kavram olarak netleştirilememesi... 


Elif Şafak, Aşk romanında her iki aşkı da bir araya getiriyor, Yunus Emre Allah aşkından bahsediyor...


Şunu biliyorum ki, aşk insanı değiştiriyor, değişen insan da aşkı... Bu tanımla sonsuz aşkı iptal etmiş oluyorum bir anlamda... Aşk yok diyemem... Hissettim çünkü. Ama var da diyemem, altında neler var neler, ama aşk var mı, onu bilemem...


Peki aşk sandığımız şey nedir? Bizde olmadığını sandıklarımız tabii ki... İlk aşkınızı anlatın, ne olmadığınızı sandığınızın bir listesini yapacaksınız... Ya da onsuz kendinizi nasıl hissettiğinizin...


- Çok yakışıklı / güzel
- Bana kendimi çok iyi / güzel hissettiriyor.
- Çok eğlenceli
- Çok popüler
- Çok bilgili
- Sportif/ güçlü
- Beni çok seviyor
- Çok başarılı (olacak)
- Çok zengin/ para harcamasını biliyor
- Beni bütünlüyor / ruh eşim
- O benim her şeyim / ben onsuz hiçbir şeyim.
- Birlikte pek çok konudan konuşabiliyoruz, saatlerce sohbet ediyoruz.


Sayabildiniz mi korkuları?
- Değersizlik
- Hiçbir şey olma korkusu
- Yalnız kalma korkusu
- Sevilmeme
- Zaman ayrılmama
- Tam ve bütün olamama, bir şey ile bütünleneceğini sanma
- Parasızlık, başarısızlık
falan, filan...


Aşk nerede?

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Kayırılmak

Hadi itiraf edin, biri sizi kayırdığında hoşunuza gidiyor, biri size kıyamadığında, sizin yerinize kuyrukta beklemeyi önerdiğinde, paketlerinizi taşıdığında hayır demek pek aklınızdan geçmiyor, en azından benim öyle...

Benzer şekilde, oğlum azar işitmesin diye suçu üzerime aldığım, böreğin en güzel yerini eşime ayırdığım, bir tartışmada en yakın arkadaşımın tarafını tuttuğum da oluyor.

Yani hem kayrılmak hoşuma gidiyor, hem de zaman zaman sevdiklerimi kayırdığım oluyor 3. şahıslar karşısında.

Nereden çıktı bu diyeceksiniz. Bugün böyle bir kayrılma anı yaşadım ve kendimi çok iyi hissettim. Sonra da dualite gereği bunun tersinin bana yapıldığını düşündüm. Annemin benim yerime bir başkasını savunduğunu mesela. Kendimi nasıl hissederdim diye sordum kendime: "Haksızlığa uğramış."

Bir ara kime sorsam en çok neye kızarsın diye, "haksızlığa uğramak" cevabını alıyordum. Bunun temelini bulamadığım için de bu işareti es geçiyordum. Artık biliyorum. Eğer hayat için kayırmayı ve kayrılmayı KABUL ediyorsam, haksızlığa uğramam da kaçınılmaz, çünkü her şey içinde zıddını barındırıyor.

Bundan böyle daha çok dikkat edeceğim kayırmalarıma, mercek altında bakacağım hangi duygularla bunu yaptığıma. Ama ilk maddeyi şimdiden biliyorum: Sevilmeme korkusu, çünkü sevdiklerimi kayırdığımı biliyorum.

Bir adım daha...

8 Temmuz 2011 Cuma

Müdahale etmemek

Anneler günü yazımda yazmıştım, bu yılın konusu "müdahale etmemek". Ben bu konuda çalıştıkça evren yepyeni müdahale durumları çıkartıyor karşıma, ne güzel. Karışmadan durabiliyor muyum? Nerdeeeeeee...

Tamam, artık "o tabak bitecek" yok hayatımızda, ancak müdahale edilecek konu mu yok...

Hadi oğlum aarkadaşı ile kavga ederken de durdum, müdahale etmedim. Peki eşim çok üzgünken durabiliyor muyum? Annemin kararlarına izin verebiliyor muyum? Kardeşime öğüt vermeden çenemi kapalı tutabiliyor muyum?

Ne kadar çok müdahale ettiğim alan varmış hayatta... Kaldı ki, pek çoğumuz gibi ben de bu müdahaleleri görevlerim arasında sayıyorum aslında. Neden?

Çocuğumun, eşimin, annemin, dostlarımın mutluluğundan sorumlu sanıyorum kendimi de ondan, sanki bunca yıl çabalayarak kimseyi mutlu edebilmişim gibi...

Bu "vazife"den özgürleştirebilir miyim kendimi? Nasıl?

Hayır, her şeyi bırakıp gitmekten bahsetmiyorum, aksine her şeyin içinde olmaktan bahsediyorum, taa içinde. Saygı göstererek, izin vererek:

Oğlumun kavgasına izin vererek, anlaşmazlıkları çözmesine fırsat tanıyarak,
Eşimin üzüntüsüne izin vererek, onun için değerli olanları anlamasına saygı duyarak,
Kardeşimin yorulmasına izin vererek, onun da artık yetişkin bir kadın olduğunu anlayarak,
Annemin kararlarına izin vererek, ona olan bağımlılığımı bırakarak...

Fark etmek yetmiyor, anlamak yetmiyor, kendini engellemek hiç olmuyor, yaşayarak olacak, her adımda dönüştürerek, zaman alacak biliyorum, ama olmasını istiyorum.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Halinden memnun olmak ya da acıları zevk edindik...

Kültürümüzde var, halimizden memnun olmak, ne olursa olsun buna da şükür demek, aza kanaat etmek... Biraz bizden aşağıda olanları görmek, biraz bunu bulamayanlar da var demek, biraz dişini sıkıp geçmesini beklemek...

İnsanın halinden memnun olması tabii ki güzel bir şey. Ancak bu memnuniyet yürekten gelen bir memnuniyetse güzel. İşin içinde bastırmak, tahammül etmek, daha kötüsünden korkmak varsa, statükoyu korumak tarzında bir memnun olmaksa, o zaman o işte bir iş var.

Halinden memnun olmamaktan kastım ise, bunu diline dolayıp da sürekli şikayet etmek değil. O da başlığın ikinci yarısında anlatılıyor. "Acıları zevk edindim, meze yapıp içiyorum." Bazı şeylerden memnun değilim, ancak kendimi sürekli şikayet eder buluyorum mesela:

- Çok kilo aldım.
- Param yetmiyor.
- Başım ağrıyor.

Bunlardan konuşmaktan zevk aldığımı hissediyorum bazen, hatta bir sohbet içinde sanki bir müzayededeymişim gibi hissediyorum: "Var mı arttıran?" Ben hastalıklardan bir örnek yazıyorum, okuyucular bu örneği işlerine, eşlerine ve daha pek çok şeye uygulayabilirler...
- Asıl benim sırtım nasıl ağrıyor, anlatamam, öldürüyor beni.
- Benim de başımın ağrısı hiç kesilmez, günlerce sürer.
- Bende de migren var...

Afferim, en çok hastalığı olana madalya takacaklar sanki... :)

Halimizi görüyor musunuz? Dertlerimi zevk edindim. Hastalıkları bile güç oyuncağı yapmışım yani: Benim hastalıklarım seninkileri döver.

E, kardeşim sor o zaman kendine: "Ben bunu neden yarattım?", yanında doktora git, ilaç al... Bir şey yap değiştirmek için. Elin gitmiyor mu? Sor o zaman kendine:

"BEN BUNU NEDEN DEĞİŞTİRMEK İSTEMİYORUM?"

5 Temmuz 2011 Salı

İkna etmek

Bazen kendimi bana sorulmuş bir soruya cevap verirken soruyu sormayan ancak beni dinleyen bir kitle ile karşı karşıya buluyorum. Bu dinleyiciler sorulan soru ile doğrudan ilgili olmadıkları gibi, anlattıklarımı da sadece "öylesine" dinliyorlar. Ortada sorulmuş bir soru olmadığından cevap da bir yere oturmuyor.

Çok önemli bir AN geliyor bu durumun bir noktasında, bir sonraki soru. Bu artık ilk soru sahibinin değil, dinleyicinin sorusu. Genellikle içinde bir meydan okuma yatan, "inanmak istiyorum, ama..."yı hissettiren, "hadi beni ikna et" diye bağıran bir soru. Görünürde karşıt bir tez barındırmayan, ama altında "iyi diyorsun, ama..." hissedilen o soru...

İşte bu noktada duruyorum, sakin, çünkü benim kimseyi ikna etmek gibi bir misyonum yok artık. İkna, güçten gelir, ben sevgiye gidiyorum. Benim doğrum bana, merak eden varsa anlatırım, o kadar...

Yine de sormamak mümkün değil: "Ben kendime bu durumu neden yaratıyorum?"

Her şeyden önce akılcı tarafımız sürekli kanıt peşinde koşuyor, ikna olmaya doymuyor, sürekli sorguluyor. Ben sorguluyorum, haliyle aynalarım sorguluyor. Sorgulamam bitmiyor, ancak biliyorum ki, ben artık kanıt aramaktan yoruldum. Ben yüreğimle gidiyorum, içimdeki sesi dinliyorum, zihnimi değil. Bu yolda zihnim de beni izlemeye başlıyor yavaş yavaş. Her takıldığım yerde, bana zihnim değil, kararlılığım yol arkadaşı oluyor.

Duvara dayanmış gibi hissettiğimde soruyorum kendime: "Bildiğim hayat beni nereye getirdi? Ne faydası oldu bugüne kadar akılcı zihnimin? Mantıklı hareketlerim boyumu bir arpa boyu uzattı mı?" Eğer cevabım hayırsa, yeniyi denemek için AN bu AN değil midir?

İkna etmek çabadandır. Çabalıyorsan akışta değilsindir. Akışta olmayan yorulur.

Ben artık ikna etmeyi bıraktım. İkna olma ihtiyacını da bırakma yolundayım...

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Almak

Vermek konusunda çok yazmışım bugüne kadar da, almak konusunda sanki hiç düşünmemişim gibi... Oysa bu konu son günlerde çok kafama takılıyor. Vermek konusunda çok iyiyiz de, sanki almak konusu bizim dışımızda bir konu.

Almak bana neler çağrıştırıyor?

Fakirlik, alt - aşağı, eksik, ayıp, zayıflık, inkar, şükürsüzlük, aç gözlülük...

Karşı komşum Sevinç Teyze bana pişi (bir çeşit hamur işi) yaptırıp göndereceğini söyledi geçen hafta, "olur, sevinirim." dedim ben de "boş bulunup".

Biri bana bir şey vermek istediğinde KABUL edebilmek için boş bulunmam gerekiyor yani... Aklım başıma geldiğinde, neler geçti içimden...
- Ne görgüsüzüm,
- "Zahmet olacak size" bile demedim.
- Tabak boş gitmez, karşılığında bir şey göndermeli

1 tabak hamur işini bile karşılığını düşünmeden, borçlu kalmış hissetmeden, iç rahatlığı ile KABUL edemiyorum var mı ötesi...

Hayatımızda vermek var ise, almak neden olmasın? Eğer alırken kendimi böyle hissediyorsam, verirken başkalarına böyle mi hissettiriyorum ya da altında, en derinde, böyle bir amaç mı gizli?

Almak, size uzatılan bir şeyi sadece almak, düşünmeden, dertlenmeden, borçlu kalmadan KABUL etmek mümkün değil mi?

26 Haziran 2011 Pazar

Kategorize etmek

Fark ettim ki, sürekli kategorize ediyor beynim. Sınıflıyor, sıralıyor, sayıyor, listeliyor...

Köfte makarnadan daha faydalıdır mesela, balık tavuktan daha iyi... Meme kanseri, akciğer kanserinden daha iyidir... Yok artık...

Olayları sınıflıyorum, arkaaşları grupluyorum, günleri, gezileri listeliyorum.

Örgü örerken bile sürekli sayıyorum... Bırakamıyorum kendimi. 10 sıra sonra saç örgüsü koyacaksam, her sırada kaç sıra olduğunu sayıyorum.

Analitik bir zihnin göstergesi... O neyse?

Her şeyi kontrol edebileceğini sanan zihin işte... Planlar, programlar, öngörür... Dışarıdan güzel görünüyor, değil mi? Susturamadığın zihni dinleyeceksin. Neden mi? Fark etmek için... Peki neyi fark ettim?

YORULDUĞUMU...

Başka?

Yapamadığım zaman insanları hayal kırıklığına uğrattığımı...
Hayatı yaşamak yerine istatistiğin bir parçası yaptığımı...
Mükemmele (mükemmel değilim ya) ulaşma çabasını...

24 Haziran 2011 Cuma

Zaman planlama

Malumunuz profesyonel hayatta zaman planlaması çok önemlidir... Eğitim hayatında da yapılan iş zaman üzerinden ölçülür çoğu zaman: "Tam  saat çalıştım" ya da "dersin saatlik ücreti" vb.

Artık ev hanımı olduktan sonra bile, zaman planlaması hayatımın çoğu zaman bir parçası olagelmiştir. Örneğin önce suyu kaynatma düğmesine basıp bulaşıkları ondan sonra yerleştirirsem, su hazır olur, zaman kazanırım gibi hesaplar yapar dururum ev işlerini yaparken.

Kimi zaman da "zamanı satın almak"tan bahsederim. Mesela dakika fazla uyuyup yürümek yerine taksiye binmek gibi...

Bu çabaların başlıca amacı ise zaman kazanmak... Peki ama nedir zaman kazanmak?

Kazandığımız zamanları biriktirebiliyor muyuz? Ya da nereye harcıyoruz acaba? Zamanımızı nasıl değerlendirirsek kazanılmış olur?

Michael Ende'nin MOMO isimli bir kitabını okumuştum, çok etkilenmiştim zamanında... Tavsiye ederim.

Zaman bizim varsaydığımız gibi doğrusal değildir aslında, hatta ölçülebilen bir şey de değildir, aldanmayın kolunuzdaki saatlere... Hislerinize sorun... Bir AN'ı düşünün, bazen saniyedir o AN, bazen saatler... Bazen göz açıp kapayana kadar olan, bazen bitmek bilmeyen...

Ben artık zamanı planlamaya çalışmayı bırakmaya niyet ettim, çünkü gayet iyi biliyorum ki, doğru AN'da yapılan her şey sadece 1 AN sürer, geride de keyif bırakır sadece, yorgunluk değil. "Çok koşan çabuk yorulur." demişler ya atalarımız, onun gibi işte... İstediğim AN'da, istediğim kadar, aceleye getirmeden, orada olarak... KE - YİF - LE

22 Haziran 2011 Çarşamba

Mükemmellik - Mükemmeliyetçilik

Uzun süredir yazmamışım. Nedeni de yazının başlığındaki neden. Aklımda iyice olgunlaşmadıkça, gerçekten derinden yaşanmadıkça, bol bol uygun vakit olmadıkça "iyi" bir şey yazamayacağımı zannediyorum. Köşe yazarı olsam işim iyice zormuş.

Kıbrıs seminerinde mükemmeliyetçilik üzerine çalıştım biraz. Daha doğrusu, bunun bendeki ana nedeni hakkında. Doğduğumuz anda mükemmeliz. Tam olduğumuz gibiyiz. Çevremizdekiler bize bakıyor, hayran hayran seyrediyor, etrafımızda toplanıyor. Günler geçip kanıksandıkça, bu ilgi azalıyor hali ile... Büyüme adı verilen bu ilgi azalması bende artık eskisi kadar mükemmel olmadığım hissini uyandırmış. Bu nedenle de dışa vurumu mükemmeliyetçilik, ukalalık, her şeyi bilmeye çalışma şeklinde tezahür eden bir "mükemmel olmadığını saklama" yoluna gitmişim...

Mükemmeliyetçiliğimin altında suçlanma korkusu olduğunu düşünüyordum, ancak bu kadarını tahmin bile edemezdim. Bu aslında bir çok şeyi açıklıyor, bilme tutkusunu, keskin dili, iyi okulları, kariyer konusundaki başarıları...

Mükemmel olmadığımı hissettiğim o ilk ana gittim, orada bana mükemmel olmadığımı hissettirenin ne olduğuna baktım: Beklentiler (Özellikle tuvalet eğitimi sırasında) Oradaki kişilere "Bunlar sizin beklentileriniz, benim değil." diyerek beklentilerini iade ettim, üzerimden büyük bir yük kalktı. Rahatladım...

Bir "büyüğüm" ile konuşurken bana "elinden gelenin en iyisini yapmaktan" bahsetmişti. Bırakın mükemmel olmayı, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmanın bile ne kadar yorucu ve yıpratıcı olabileceğinden. Bu çalışmadan sonra ilk defa ne demek istediğini gerçekten anladım. "Elinden gelenin en iyisi" de bir nevi mükemmeliyetçilik zaten.

Bu farkındalıktan sonra nasıl da rahatladım, anlatamam... Hayatın akışındaki "direnç"lerden biri daha kalktı. Bakalım bu yolculuk bizi daha nereye götürecek...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...