20 Ekim 2011 Perşembe

Kabul etmek ya da kabullenmek

Hayatta olabilecek en güzel şeylerden birinin kabul etmek olduğunu düşünüyordum bu sabah. Ancak yine olabilecek en kötü şeylerden birinin de kabullenmek olduğunu fark ettim. Nasıl oluyor da birbirine bu kadar yakın iki kelimenin bu kadar zıt anlamlar taşıyor, şaşırdım bir an sonra.

Kabullenmek: pasif, bastıran, değiştiremeyeceğinden emin, için için mutsuz, yetersiz, güçsüz...

Kabul etmek: saygı duymak, izin vermek, fark etmek, değerlendirmek...

Kabul etmek, değişimin ilk adımı, cesaret ve güç toplama anı, adım atmadan önceki sancı, sakin, huzurlu yine de...

Kabullenmek ise için için öfke, bükemediğin eli öpme, köprüden geçme...

Şöyle düşünün, diyelim ki kilo sorununuz var, bunu kabullenebilirsiniz. (burada bahsettiğim sorun sizi rahatsız eden, aklınızı meşgul eden konudur, yoksa kaç kilo olduğunuzla ilgili değildir.) Ağzınıza attığınız her lokmada kendinize kızarak, "Amaaaan, ben böyleyim işte" diyerek geçirebilirsiniz zamanınızı. Arada "ben böyle de güzelim" dersiniz, kandırırsınız kendinizi. Bazen diyete başlarsınız, ertesi gün bırakırsınız, yine kızarsınız kendinize... Savaş verir, bir yener bir yenilirsiniz, kabullenir yaşarsınız.

Ya da kabul edersiniz: "Kilo sorunum var." Kendinize sorarsınız "Neden?" diye, yardım alırsınız, çözüm ararsınız, karar verirsiniz, değiştirirsiniz.

Bir başka örnek: eşinize kızıyorsunuzdur için için, kabullenirsiniz, içinde bulunduğunuz durumun değişmeyeceğini düşünürsünüz, ufak dokunuşlarla eşinizi değiştirmeye çalışır, her defasında duvara toslarsınız. daha çok öfkelenir, daha çok kızarsınız, ama hep anlatırsınız: "Ben onu öyle kabullendim."

Ya da onu öyle kabul edersiniz, sonra sorarsınız kendinize: "Ben bunu neden yaşıyorum? Böyle yaşamımı sürdürmek istiyor muyum?" ya değişirsiniz ya sizi kızdıran olayı dönüştürürsünüz.

Kabullenmekte çekmek vardır, her çekmenin altında öfke...
Kabul etmekte değişim vardır, her değişim yeni bir yoldur...

11 Ekim 2011 Salı

Öğrenmek

Dün gece bir yazı yazmaya başladım, sonra beğenmedim, yazdığım yazıyı yayınlamadan sildim. Öğretmenler üzerineydi yazım, özellikle kişisel gelişim, tekamül alanındaki öğretmenlerle ilgili...

Hani atasözlerimiz genelde birbiri ile çelişir, duruma göre hangisi işimize geliyorsa onu seçer söyleriz ya, takıldığım 2 söz var:
- Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma.
- Kelin merhemi olsa kendi başına sürerdi.

Birisini öğretmenim olarak kabul etmem için, merhemi varsa başına sürmüş olmasını bekliyorum bir yandan. Bana vermeye çalıştığı bilgiyi kendi hayatında uygulamış mı bilmem lazım. Eğer uygulamamışsa:
- O bilgi uygulanabilir değildir.
- Beklenen sonucu vermiyordur.
- Kendi anlattığına inanmıyordur.
falan filan... Bu benim için çok önemli. Kendi bilgisine değer vermeli, verdiği değeri hayatında göstermeli, hayatı rahat ve su gibi akar olmalı, ya da en azından değişimi görülmeli.

Gelelim diğer söze: Hocanın dediğini yap...

Yok aslında, bu pek bana göre bir şey değil. Yine de öğrenmek eyleminin bazen öğretenden bağımsız olduğu olgusuna değinmek istiyorum. Bu gece bir toplantıya davetliydim. Davet edilmeden önce de yüreğimde oraya gitmem gerektiğini bilmiştim üstelik. Gittim, öğretmen beyefendi ile tanıştım, sohbetini dinledim. AN'da olmaya çalışarak, anlamak için dinledim. Zihnimin her türlü bulandırma ve sulandırma çalışmalarına rağmen dinledim. Bana uyan ve uymayan, eski ve yeni anlatımları dinledim. Kafamdaki "ama"ları bir kenara bırakarak dinledim.

Sonunda bir AN geldi ki, içimden bir soru fışkırdı. Karşılığında çeşitli cevaplar geldi, ama aradığım cevap olmayan cevaplar. Bir süre sonra bu defa öğretmenden de cevap fışkırdı. İşte o AN ANladım. Sorumu, sorma AN'ımı, orada bulunma nedenimi.

O AN ne ben vardım, ne öğretmen, sadece cevap vardı, sadece EVREN vardı, öğretmenin ağzından konuşan.

"ANladım" dedim. Ben cevabımı aldım, öğrendim, öğretiden ve öğretmenden bağımsız olarak.

Süreç ve sonuç

Biliyorum, içinde bulunduğumuz düzen bize hep sonuç odaklı olmayı empoze etti. Bu konuda söylenmiş pek çok "modern" atasözümüz de var:
- Gideceği limanı bilmeyene hiçbir rüzgardan hayır gelmez.
- Sonuca ulaştıran her yol mubahtır.
- Hayat yol boyunca karşılaştığın fırtınalarla değil gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir.

Biri bir şey anlatırken uzattı mı, içimden hep "sonuç?" diye sormak gelir mesela...

Fark ediyorum ki, evren bu aralar bana süreci hatırlatıyor.

Eşim çok istedi, İtalya'da bir yemek kursuna gitti. Kime anlatsam, sonucu merak ediyor.
- Aşçı mı olacak?
- Restoran açmayı mı planlıyor?
- Davet mi verecek

Cevabı bilmiyorum, eşim de bilmiyor, çünkü bu hareket sonuç odaklı bir hareket değil, süreç odaklı. Yemek yapmayı ve İtalyan yemeklerini seviyor ve öğrenmek istedi. İşte bu kadar.

Benzer bir durumu bu hafta sonu da oğlumla yaşadık. Kum boyama yapmak istedi, ben de kıramadım, ancak fiyatı da biraz pahalı geldi açıkçası. Sonuçta oğluma şöyle dedim:
- Bak, bu resim çok güzel bir resim değil, evde saklamıyorsun da, üstelik de çok para verdik.

O da şöyle cevap verdi:
- Ama ben çok keyif aldım.

Bu kadar. Burada sonuç yok, ortada duvara asılıp on yıllarca bakılacak bir sanat eseri yok. Bir süreç var ve bu süreçten keyif alınıyor.

Anlıyorum ki, sonuçtan keyif almak için yıllarca çile çekmişim, katlanmışım, kendimi üzmüşüm. Sürecinden keyif almadığım hiçbir şeyin sonucu benim için kalıcı olmamış. Süreci sevmemişsem, sonucu da kısa ömürlü mutluluk getirmiş. Sona ulaşmak içim verdiğim çabada AN'ı ıskalamışım hep, sonuca odaklandığım için süreç içinde önüme açılan diğer yolları da ıskalamışım.

Daha tahammülsüz, daha sabırsız, daha anlamsız...

Ben artık bir sonucu hedeflemeden sürecin tadını çıkartma izni veriyorum kendime.

5 Ekim 2011 Çarşamba

İşini sevmek

Öncelikle belirtmeliyim ki, bu yazı dünkü işine saygı duymak yazımın devamı niteliğindedir, çünkü dün yazıyı gönderdiğimden beri kafamdaki sohbet dinmedi bir türlü.

Kendi çalışma hayatım gözümün önünden akıp duruyor. Bana ilginç gelen şu, 18 yıllık profesyonel çalışma hayatımda çok sevdiğim işler yaptım, çok zorlandığım nefret ettiğim işler oldu, ancak sadece bir tek işimde yaptığım işe saygı duyduğumu fark ettim. O da üniversite yıllarında staj yaptığım yerdir. Yaz aylarında bir eğitim şirketinin alt yapısında çalışıp her bir departmandaki kişilerin yıllık izinlerini şirket için bir yük olmadan içleri rahat yapmalarına yardım etmiştim. Santralde çalışıp telefonlara baktım, eğitim valizleri hazırladım, randevuları, görüşmeleri organize ettim, bilgi işlemde not daktilo ettim, her işi yaptım. Benim işini yaptığım kişi de gönlünce aklı kalmadan yıllık iznini yaptı.

Fark ediyorum ki, yıllarca hep seveceğim işi aramışım. Oysa ki sevdiğimi söylediğim işlerimi gözden geçirdiğim zaman aslında orada mutlu olan korkularımı görüyorum bugün. Başarılı olma, para kazanma, takdir edilme, güç, sevilme korkuları temelli ya da kendi entelektüel kapasitemi ön plana çıkartabildiğim, dolayısı ile kendimi değerli hissettiğim, kendimi var ettiğim işler. Mutlu olan korkular, tabii bir süre sonra tavan yapan korkulara dönüşüyor: Güçsüzlük, yetersizlik, başarısızlık, takdir görmeme, değer verilmeme ve yok sayılma... Kavgalar, tartışmalar, huzursuzluklar alıyor iş yerindeki mutluluğun yerini.

Ortaokuldaki Almanca hocam anı defterime şöyle bir söz yazmıştı: "Glück liegt nicht darin, dass man tut, was man mag; sondern dass man mag, was man tut." Sözcük anlamı ile çevirdiğiniz zaman aşağı yukarı şöyle oluyor: "Şans insanın sevdiğini yapmasında değil, yaptığını sevmesindedir."

Tabii ki insan kendi şansını kendi yaratıyor ve her zaman her işte karşısına arzu ettiği şeylerin yanı sıra arzu etmedikleri de çıkıyor. Bu durumda olması gereken bakış açısının sevdiğiniz işi aramak yerine yaptığınız işe saygı duymak olduğunu düşünüyorum. Yaptığınızı, yarattığınızı, ortaya koyduğunuzu severseniz, işinizi de seversiniz, çünkü o zaman dış etkenler sizi daha az bağlayacaktır. İş tatmini dışardan değil direkt yaptığınız işten gelecektir.

Bu durumda ben artık seveceğim işi arama telaşımı bitiriyorum. Fark yaratacağıma, değer yaratacağıma, önemine inandığım işi yaratmayı başlatıyorum.

4 Ekim 2011 Salı

İşine saygı duymak

Bugün kuaförümle sohbet ediyorduk. Köyde mahsur kaldığımız bir zamanı anlattım. O da en büyük korkularından birinin işinden kalmak olduğundan bahsetti. İlk anda o telaşının para kazanmak ile ilgili olduğunu sandım, ama hemen ardından gelen açıklaması ibret verici oldu benim için: "Hani acil bir toplantıya gidecek, fön çektirecek olabilir; yurt dışına çıkacak olanlar var, onları bekletemem." dedi. Kendisi zaten hem işini seven, hem de yaşamayı bilen bu anlamda hayranlık duyduğum birisidir. Bu bakış açısı da tam işler ile ilgili kafa yorduğum bu dönemde beni çok etkiledi.

Çoğumuzun pek çok durumda diyebileceği gibi "ya, alt tarafı bir fön, mahalle kuaföründe çektirsin." demiyor, müşterisine saygı duyuyor, ama en çok da kendi yaptığı işe önem veriyor ve saygı duyuyor.

Profesyonel hayatın hızla aktığı günlerimde dinlediğim bir konferansta anlatılan bir hikaye de aynı şeyleri anlatmıştı bana. dükkanında yangın çıkan bir fotoğrafçının, önce teslim edilmek için bekleyen tab edilmiş fotoğrafları kurtarmaya çalışması ile ilgili bir hikayeydi sanırım. Ya da bu hali ile benim gönlüm daha çok beğenmiş hikayeyi. Adam, o fotoğrafların insanların en değerli şeyleri olduğunu düşünmekteydi. İşini sıradan bir tab edicilik olarak değil, insanların hayatlarından, saklamak istedikleri en önemli kesitlerinin ortağı olmak olarak nitelendirmekteydi. Yaptığı işe son derece saygı duymaktaydı.

Benzer bir durumu geçenlerde pazarda yaşadım bir de. Kavun alacaktım, "seç abla." dedi pazarcı. Ben de "ben anlamam, sen ver işte bir tane" dedim. Adamcağız "Abla bize itimat etmiş, güvenmiş, ona en iyi kavunu seçelim." diyerek verdi bana kavunu...

Yine yıllar önce çay dağıtan bir Bülent'imiz vardı. Şirkette çalışan 200 kişinin tek tek çayını/ kahvesini kaç şekerli, sütlü mü sade mi, nasıl içtiğini bilir ve söyletmeden masaya bırakırdı. (Tabii benim gibi ezber bozanlara her gün sorardı, o başka.) Hala eski arkadaşlarla buluştuğumuzda Bülent'in kulaklarını çınlatırız.

Fark ettim ki, işine saygı duyan insan kendine saygı duyan insandır. İşine değer veren, insana değer verir, kendine değer verir. Tabii işini sevmek de önemli, ama belki de daha önemli olan işinle yarattığın değerin farkında olmak.

Bugün karar verin: Sağda solda bulduklarını yuvaya taşıyan karınca mısınız? Yoksa bütün kraliyet ailesini ve gelecek nesli yetiştiren besinlerin üretilmesine mi katkıda bulunuyorsunuz?

2 Ekim 2011 Pazar

Değer

Bugün kendi değerimle ilgili yeni bir şey öğrendim içimden. Değer, ilginç bir konu, bir çok başlığı var:
- değer vermek
- değerine sahip çıkmak
- değeri düşmek
- değerini yitirmek

her biri ayrı bir yazı konusu. Benim bugünkü konum ise: Değerini bilmek...

Hayatımda değerini bilmeyi hep 3. şahıslar/ dış etkenlerle ilgili olarak var etmişim de hiç kendi değerimi bilmemişim sanki...

Yaptığım eylemler, içime attıklarım, sakladıklarım hep değerimi bilmemekten - burada bilişten, içten gelen bilgiden bahsediyorum- kaynaklanıyormuş meğer.

Hani topluluk içindeki hareketlerimizin, konuşmalarımızın, aşırılıklarımızın önüne ket vurmaya çalışırız, bize yakışmayacağını düşündüğümüz bu nedenle dışa vurmadığımız pek çok his/ söz/ eylem vardır, en azından benim var. İşte tüm bunlar kendi değerimi bilmememden kaynaklanırmış.

İşte üstbenim bugün bana bunu hatırlattı: "Hiçbir şey benim değerimi düşüremez, çünkü ben kendi değerimi biliyorum."


Yaptığım, yapacağım, yapmayı düşündüğüm, aklımdan geçen... herşey benim ve hepsi benim değerim. Ben kendimi saklamaya çalışmayı bırakıyorum. Ben neysem o olduğum halimle kendi değerimi biliyorum, ne bir eksik ne bir fazla...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...