26 Şubat 2012 Pazar

Kendini KABUL Ettirmek

Yeni ismimle ilgili açılımlar da geliyor yavaş yavaş. Daha önce Kabul etmek ile Kabullenmek arasındaki farka bakmıştım, şimdi sırada kendini Kabul ettirmek var.

Kabul ne derece edilgense, kendini KABUL ettirmek de o derece güç, çaba, eylem hatta hırs gerektiriyor. Altında sevilmeme, değersizlik ve daha niceleri var. Ait olma ihtiyacı, benimsenme fırsatları da cabası.

Çocukluğumda, yaz tatillerinde falan, başka ailelerin yanında kalmışlığım vardır, zaman geçsin, onların çocukları ile birlikte olalım gibi nedenlerde. Şimdi fark ediyorum ki, o dönemlerde acayip bir kendini kabul ettirme çabası içine girermişim. Yeni bir ortam, yeni insanlar, tanıdıklarımın tanıdıkları, sevdiklerimin sevdikleri... Beni de tanısınlar, beni de sevsinler istemişim. Bu nedenle yaptıklarımı incelediğimde kendimi

- daha ukala
- daha cüretkar
- daha itaatkar
- daha sessiz
- daha geri planda
- daha "sevimli"
- daha hesapçı
- daha insancıl
- daha ilgili

ve bir sürü "daha" gördüm. Bunlardan bazıları iyi gibi görünebilir, tıpkı kendimizi doğal ortamımızda hissetmediğimiz her ANda olduğu gibi, mercek altında hissettiğimiz her ANda olduğu gibi, içten gelmeyen, sahici olmayan her hareket gibi tüm bu "iyi"ler de ruhumuzu zorlayan, biri yoran, sırtımızda taşıdığımız yüklerden başka birşey değildir ki.

Sanırım bu kendini KABUL ettirememenin merkeziydi. Yıllarca yeni bir işe başladığımda sessiz kalmanın, gözlemlemenin, güç dengelerini fark etmenin çok önemli olduğunu düşündüm. Bir yerde yeniyken, ilişkileri bilmezken birinin ayağına basmaktan çekindim hep, taa ki kendimi KABUL ettirdiğimden, sevildiğimden emin olana kadar...

Bu bağlantıları fark etmek bile ne güzel. Artık yavaş yavaş anlıyorum ki, benim kendimi KABUL ettirmem gerekmiyor, çünkü en başta ben kendimi KABUL etmeliyim, kendimi sevmeliyim.

Ne mutlu bu yolda bir adım daha atana...

22 Şubat 2012 Çarşamba

Saf kalabilen ne varsa o bizdendir.

Çocukları düşünün, doğdukları ANki saflıkları ile... İçten içe inanırız ki, zaman içinde herkes masumiyetini yitirir. Hayat yolunda ilerlerken bir yandan üstümüze ağırlıklar toplarız, hayatın içinde kirleniriz, bir yandan bu kirleri temizlemeye çalışırız, arınma amacı ile yollar ararız kendimize...

Bu kirlenme, yozlaşma, bozulma adımlarını, baktığımız her yerde görürüz, çünkü bozulmanın içimizde olduğunu hissederiz içten içe...

Oysa o saflıkla doğan çocuk biz değil miydik? Demek ki, özümüz saf ve sevgidir... Gördüğümüz kir pas sadece yolculuk boyunca üzerimize aldıklarımız, oyun içinde kendimizi kaptırmışlıklarımızdır. Vakti geldiğinde, herkes için, tek tek, vakti geldiğinde, geriye dönüş başladığında temizlik de başlayacak.

Kendi akışıma bakıyorum şimdi. Etrafımda saf kalabilen ne varsa o BENim işte... Bu ister domates olsun, ister süt, ister bir bebek, ister ateş, ister anne sevgisi... SAF olan ne varsa o BENim geleceğim.

Her bir adımda, temizlendikçe, saflık artacak, adım adım...

Saf olan ne varsa o ÖZdür.

21 Şubat 2012 Salı

Yanılsamalar durağı

Marcel Proust,  "The voyage of discovery is not in seeking new landscapes but in having new eyes." demiş, yani "Gerçek keşif yolculuğu, yeni topraklar aramakta değil, yeni gözlerle bakmaktadır." 

Aslında bu aralar kafamı öğrenmeye takmıştım. İnsanın çocukluğunda hızlı bir şekilde akan öğrenme sürecinin yaşı ilerledikçe azalması, hatta neredeyse durma noktasına gelmesi, kendimle sohbetlerimin baş konusu halinde son günlerde. Biliyorum ki, bildiğini sanmak, öğrenmenin en büyük düşmanı. Bu sadece eğitim alanında değil, hayatın her alanında böyle.

Ne zaman hayat artık beni şaşırtamaz demişsem, yeni bir sürprizle karşıma gelmiştir yeni deneyimler, önemli olan şaşırmaya açık olmak.

Bilgi biriktirme dönemimde, herşey hakkında fikrim olsun istediğimden, herşeyden biraz bildim uzun süre. Bilgimi en büyük güç kaynaklarım arasında tuttum, "yeter" bulduğum anda da o konuyu bıraktım. Bazı konuları da "derinlik" kapsamına aldım. "Daha çok, ne çok"larla ilerledim... "Bilmem lazım"larla...

Yine de fark ettim ki, bazı şeyleri çabalamadan öğrendim, bazı şeyleri dinlemeye hep hazır oldum, çünkü onlar benim güç noktamda değil, keyif noktamdaydılar. Keyif noktamda kaldıkları sürece hep öğrendim, taa ki şahkül kayıp GÜÇ noktasına dayanana kadar. O noktada "ben OLdum." yanılsamasına vardım. O durakta da epey bir zaman kaldım, taaa ki, "hiçbir şey artık beni şaşırtamaz" duvarına toslayana kadar.

İşte yanılsamalar durağı da böyle bir yer. O durağa geldiğinizde bir rol yapmaya bürünüyor insan. Bugüne kadar ne olmak istediyse, o olmuş gibi davranıyor. "Biz çok gördük böylelerini" tarzı kahkahalar, "oraları geçeli çok oldu" manidar bakışmaları, sinirleri alınmış bir bilge havası işte bu durağın süsleri. Hayatta varmak istediğimiz nokta ne ise yapay bir orada olma hali: Sanki huzurluymuş gibi, sanki bilgeymiş gibi, sanki OLmuş gibi...

Oysa geçen sene ne diyordum: "Bu kadar spiritüel çalışma, içe dönme, kendini tanıma sonunda anladım ki, öfkelendiğin zaman öfkene izin verecekmişsin." Benim için çok büyük bir adımdı bu. Osho'nun "asla maske takma..." diyerek anlatmaya çalıştığı adım. Hayatta taşıdığım en ağır yük maskelerdir. Maskelerin kaynağı yüzeysel bilgilerdir: varsaymalar, yanılsamalar, beklentiler...

Belki de bu yolun bir sonu olduğu yanılsamasından vazgeçebilirsek, uzun ince yolumuzda gündüz gece ilerlemeye devam edebiliriz yeniden. Önemli olan varılacak yer değil de yolculuğun kendisidir belki de...

1 Şubat 2012 Çarşamba

Kabul olsun benim adım...

İsimlerimizi ailelerimiz veriyor bize... Anlamlarının hayatımıza etkileri malum... İsmi Sarp olan, "kolay" bir insan gördünüz mü hiç? Adı Nazlı olup da kırılgan olmayan içinde? Öğretmen olan bir teyzem hep derdi Mehmet'ler çalışkan olur diye...

Biz kadınlar evlendiğimizde soyadımız değişiyor bir de... Ben kendi adıma "yeni" ismime 10 senede alıştım. Uzunca bir süre ilk ismimi bırakamadım, ikisini bir arada kullandım, ancak 10 sene sonunda ilkine tutunmayı bıraktım, ikinci ismime geçtim.

Paulo Coelho'nun Beşinci Dağ adlı romanında bir bölümde bir şehrin yıkıntılarından onu tekrar kurmak isteyen insanlardan bahsediliyor. Bu insanlar yıkıntılardan yeni bir hayat yaratacakları için yeni isimler seçiyorlar kendilerine. Kimi kişisel menkıbesi ile alakalı, kimi geçmişte veda ettikleri ile, kimi gelecekten beklentileri ile ilgili isimler seçiyor.

Sevgili ZSG, hayatında "almak" ile ilgili konuları aşarken "Alan" ismini seçti kendine, ZASGE oldu artık. Bir başka arkadaşım "Sevgi" ismini seçti kendine. Bazıları internetle tanıştıkları zamanki rumuzları ile anılmayı tercih ettiler, Felix ve Sonsuz gibi... Eğer isimlerimizin üzerimizde bir etkisi varsa, ki neden olmasın SÖZ'dür en azından, neden bu etkiden istediğimiz yönde yararlanmayalım?

Bir süredir ben de bir isim aramaktaydım kendime... Bundan sonraki yolumda bana arkadaşlık edecek, yönümü bulmamda yardımcı olacak... Bana yakışacak, taşıyabileceğim, içime uyan... Bugün bu ismi verdi bana içim: KABUL.

Ne güzel, bakalım ilk defa kendim için kendimin seçtiği bu isimle neler yaşayacağım? KABUL edebilecek miyim onu? Göreceğiz... 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...