4 Aralık 2013 Çarşamba

inkar, ikna, nefis

"Kendini inkar etmek" dedi, "yasaklar, haramlar, günahlar ve bir sürü kavram kargaşası ile yaşamaktır..."

"Kendini inkar etmek, bilerek yaptığımız bir şey olsaydı, kendini inkar eden, kendini en çok tanıyan olurdu", diye düşündüm bunun üzerine... Oysa aslında kendimizi inkar etmemiz, kendimizi hiç dinlemememizden kaynaklanıyor. Dinlesek, bilirdik, meleğin de şeytanın da içimizde olduğunu... Seslerini duyardık çünkü...

Demiş ki Yaradan, "madem içini dinlemeyeceksin, aynaya bak bari." Bakıyorum, dışarıda karmaşa varsa hala, içimde de karmaşa olduğundandır.

"Asıl kaçınılması gereken, dışarda karmaşa olmadığını sandığımız sahte huzur zamanları" demek istedim, yerim dar geldi... Buradan düşüneyim, buradan söyleyeyim dedim...

Adım adım ilerlerken düşülen tuzaklardan biri bastırma... Bakmayarak görmeme, görmeyerek yok sayma...

Yine de bir adım daha atabilmek için bu noktadan da geçmek gerekiyorsa, ne mutlu orada olana. Yeter ki, sorgulamaya devam etsin... Şarkıdaki gibi "bir tatlı huzur" alıp devam etsin küreğe asılmaya...

Aslında "yasaklar, haramlar, günahlar ve bir sürü kavram kargaşası ile" yaşıyorsam, biliyorum ki huzurda değilim... ve tam da burada çelişki işte.

Artık huzuru aramıyorum, çünkü yolcuyum... Yolun sonunda karşıma ne çıkacağını düşünmeden, beklemeden yürüme aşamasındayım. Beklentim oldukça, sahte duraklarım olacak çünkü... Yaşıyorsam, yanılacağım, yanılıyorsam yaşıyorum... Önemli olan bir adım daha atabilmek, o cesareti ve sebatı gösterebilmek...

Boşalmadan dolamazsam, beklenti kuyumu da boşaltacağım demektir... Ne aradığımı bilmeden yürüyeceğim, nereye varacağımı düşünmeyeceğim demektir... Asıl şeytanım şu ANda burada sanki, beklentilerde...

Beklentilerimi her bir adımda bıraktıkça daha çok şaşırıyorum, ne mutlu bana...

Sevgidir önemli olan, yoldur önemli olan... Ne aşığın, ne maşukun, ne de yolcunun tek başına bir önemi yoktur. Yolun varış olduğunu bilmektir, yol olmaktır... İster yanarak gideriz, ister donarak... OL-AN herşeyin AN'da OLup bitmesidir ÖMÜR.

4 Ekim 2013 Cuma

Kıskançlık, Nazar ve Diğer Ölümcül Şeyler

Pek çok duygumuzu bastırmayı çocukluk çağında öğreniyoruz, diye düşünüyorum. İnsani duyguların pek çoğu ayıp, günah ya da yasak sayılıyor yetiştirilirken. Bunlardan biri de kıskançlık... Yaşanması ayıp olan, bu nedenle en derinlere sürülen bir duygu... Kardeşler arasında ya da okul çağında arkadaşlar arasındaki kıskançlık... En doğal duygulardan biri oysa ki...

Bir yandan kıskançlığın ne kadar "kötü" bir şey olduğunu öğrenirken, diğer yandan başımıza gelen türlü türlü kötü şeyin arkasında da "nazar"ın varlığı çıkıyor karşımıza... Yani hem biz yaptığımızda/ hissettiğimizde çok ayıp hem de etrafımız bunu yapanlarla sarılı... Ne yaman çelişki... Yerli yersiz başımıza gelen herşey için de nazarı suçlamayı öğreniyoruz böylece...

Kıskanma duygumuza gem vuramıyorsak eğer, yeni kelimeler icat ediyoruz maskelemek için, gıpta ediyoruz mesela... Özünde ne fark varsa? Sonra kendi kötücüllüğümüzden korumak için başkalarını "Maşallah"lar ekliyoruz sözlerimizin sonuna...

Bu gece kıskançlığım ile barıştım ben. Onu KABUL ettim öncelikle... Daha önce de dönüştürdüğüm bazı kıskançlık sahnelerim olmuştu, ama altında yatan "kıskanmak kötüdür." kaydı aynen duruyordu. İnsanın içinde olan, doğuştan olan bir şey nasıl kötü olabilir? Herkes birbirini kıskanıyorsa, herkesin kötü olduğu bir dünyada nasıl yaşanabilir? Kimseyi kıskanmamak için kendini nereye koymalı ki insan? Taa tepeye mi? En derinlere mi? Hangisi daha sağlıklı ki?

Nazara inanmam ben. Nazar sandığın "iyiliğin" seni esiri ettiğine inanırım... Bana ne için nazar değeceğine inanıyorsam, onun altına bakmam lazım sanırım... Başarı mı? Sağlık mı? Eş ve çocuklar mı? Onlarsız ne yaparım? Bu başka bir konu...

Ben kendime kıskanç olma izni veriyorum. Ben kendimde başkalarında olan bazı şeylerin olmadığını düşünme izni veriyorum kendime... Ve sonra da bu hissi serbest bırakıyorum. Artık bastırmayı bırakıyorum, çünkü bu hisse artık ihtiyacım kalmadı... Neysem O'yum... Bunu saklamaya ihtiyacım yok...

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Saklamanın Dayanılmaz Cazibesi

Eskiden cilt cilt ansiklopedilerimiz vardı evde... Kütüphanelerimizin baş köşesindeydiler, çünkü bilgiye ulaşmak hiç de kolay değildi... Daha sonraları üniversite kitaplarım aldı onun yerini, bilimsel dergilerdeki yayınlar... Uzunca bir süre onları sakladım evde... Araştırma sonuçlarımı, eski raporlarımı...

Koca koca dolaplarımız vardı evde... "Belki birgün ihtiyacım olur"larımızı depoladığımız... O arada Feng Shui ile tanıştım... İhtiyacınız olmayan şeyleri evinizde tutmayın diyordu özetle... O dolapları boşaltın, giymediğiniz kıyafetlerinizi paylaşın, dağıtın... Nefes alsın eviniz... Güzelce boşalttık dolaplarımızı, çekmecelerimizi... Verdik, verdikçe ferahladık...

Sonra sanal ortam çıktı karşımıza... Bu defa fark ettim ki, evde depolayamadığım ne varsa bilgisayarımın sabit sürücüsünde depolanıyor... Eski fotoğraflar, belki hiç okumayacağım e-kitaplar, günün sözü tadında paylaşımlar... Onlarla olan bağlarımı da bıraktım...

Ama bitmiyor işte, saklamanın dayanılmaz cazibesi hala oralarda bir yerde duruyor... "Facebook'ta paylaştıklarımı kaçırıyorum zaman geçtikçe" düşüncesi giriveriyor bir anda aklıma... "Hepsini ayrı bir dosyada saklamalı" diye çıldırıyor zihnim... "Ya blog yazılarım? O değerli konuşmalar?" hepsi tek tek kayıt altına alınmalı gibi geliyor... Arşivlenmeli... Ya daha sonra ihtiyacım olduğunda bulamazsam?

Ya daha sonra ihtiyacım olduğunda bulamazsam?

Sanki evrenin her AN bize sadece ihtiyacımız olanı verdiğini bilmiyormuş gibi oluyorum bazen... Evrende olan her şeyin tam YERİ ve tam ZAMANInda olduğunu bilmiyormuşum gibi...

Herşeyi bir yerlerde saklamak ve onların arşivini de başka bir yerde saklamak... Eski ile yeni arasındaki AN'da, bildik bir yerlere tutunmak... Tırnaklarını geçirmek hatta... Ya daha sonra ihtiyacım olursa?

OLMAZ kardeşim, olursa da o zaman düşünürsün... Başka bir çözüm bulursun, daha UYGUN bir çözüm...
Bırak gitsin...

Fotoğraf: http://taika-kim.deviantart.com/

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Sınırlar kimin?

Dün kitap kulübümüzün toplantısı vardı... Hoş bir mekanda, hafif esintili tatlı bir havada, keyifli bir sohbet toplantısı... Tüm buluşmalarda olduğu gibi bu defa da konu kitaptan çıkıp derin mevzulara aktı, bir kısmı konuşuldu, bir kısmı "kendimle sohbet" kıvamında evde devam etmek üzere yüreğe kaydedildi... Yeliz'ciğim durmamış yazmış kendinde kalan esintileri... Ben de tembelliği bırakayım yazayım istedim gecenin tortularını...

"Rahat insan" konusu her türlü zihin kaydını açığa çıkartmak için nefis bir materyal... Bir defa "rahat" kelimesi tek başına ne kadar olumlu, taptaze, iç açıcı ise de yanına "insan" kelimesini alıp da bir sıfat tamlaması yapar yapmaz müthiş bir yargılama cümleciğine dönüşüveriyor... Bu cümlecikte, bencillik gizli, sorumsuzluk, umursamazlık ve daha niceleri... Hele de o "sen biraz rahatsın galiba!" cümlesini yedin mi, o nasıl bir ağırlıktır, hiç rahatlıkla ilgisi olmayan...

İçimden geçen şudur... O "rahat insan" tanımlamalarımız var ya... Onların hepsi, tek tek ve top yekun bizim "rahat" olamamamızın nedenleridir işte...

Kendime bakıyorum, ben rahat mıyım diye... Evet, sanırım çoğu insana (en azından anneme) göre çok daha rahatım... Üstelik 10 sene önceki halime göre de daha rahatım... Bunun belki de bir sebebi içimdeki yargılayan yanımı biraz görmem, onu sevmem ve dönüştürmeye niyet etmem... Dışarıyı yargılarken insan kendi sınırlarını çiziyor çünkü aslında...

Bir insan ile ilgili kullandığınız/ düşündüğünüz/ içinizden geçen her yargılama cümlesi sizin sınırınız oluveriyor ister istemez... Herhangi bir kıyafet, tutum, davranış, yaklaşım, seçim... Bir defa yargıladığınız zaman onu ya yapmıyor/ yapamıyorsunuz... Ola ki, gün ola devran döne, yaptınız, o zaman da içinizde sizi kemiren bir suçluluk hissi oluşuveriyor... Sadece bilinç üstünde hatırlamanız gerekmiyor bu hissin oluşması için... Bilinç dışı bir iç sıkışması olarak o sınırı hatırlatıyor aslında size...

Nasıl mı kurtulacağız bundan? Aslında çok kolay... Her bir iç sıkışması işaret değil mi bizim için? Fark edeceğiz, anlayacağız... "Haaa, böyle de oluyormuş demek ki" deyip yüreğimizde yer açacağız o davranışa/ tutuma/ söze/ her neyse ona... Affedeceğiz, seveceğiz, anlayacağız ve barışacağız... Barışa barışa büyümüyor mu yüreğimiz...

Oooooh, rahatladım vallahi...


Dip: Bu yazı ile beraber Ezginin Günlüğü'nü dinliyorum, siz de dinleyin istedim...

12 Haziran 2013 Çarşamba

Artık hiçbir şey gizli kalmayacak...

Bu sözü yıllar önce ilk defa Nil Hanım'ın bir seminerinde ondan duymuştum: "Artık, geldiğimiz yeni çağda, hiçbir şey gizli kalmayacak." tarzında bir cümle sarf etmişti kendisi... Duyduğumda çok şaşırdığımı ve hafif de tepki verdiğimi hatırlıyorum biraz da alayla...

"Hani telepati mi gelişecek ne olacak da hiçbir şey gizli kalmayacak, nasıl olacakmış bu. Ben söylemezsem, benim dediğimi, yaptığımı, düşündüğümü kim bilebilir?" diye düşündüğümü bugünkü gibi hatırlıyorum. Geçen zaman içinde ise çeşitli internet uygulamaları hayatımıza girdikçe bu sözü daha sık anımsar oldum... Bloglar, Facebook, Twitter, Instagram, Foursquare derken, an be an, fark ettim ki, gerçekten artık hiçbir şey gizli kalmıyor, kalamıyor, üstelik bunlar karşımızdakinin mahareti ile açığa çıkartılan, dedektiflik marifeti falan da değil... Kendi elimizle, kendi cep telefonumuzdan/ bilgisayarımızdan, kendi fotoğraflarımızla anlatıyoruz zaten her şeyi... Neredeyiz, kiminleyiz, ne yiyoruz, ne düşünüyoruz...

Son dönemde yaşanan olaylar da bize bunu bir defa daha net bir şekilde gösterdi. Neyi gizlemeye çalışırsanız çalışın, bir yerinden patlak veriyor, kendini gösteriveriyor... Yalan ister istemez koskocaman gözümüze batıyor ve tabii, bir süre sonra artık fayda etmediği anlaşılarak hayatımızdan çıkacak... Kendi elimizle...

8 Haziran 2013 Cumartesi

Şaşırma Dönemi...

Bir önceki yazımı yazdığım 25 Mayıs'tan beri çok şeyler oldu Türkiye'de... İnanılmaz olaylar yaşandı, inanılmaz insanlar gördük... Anladım ki, ben hiçbir şey bilmesem de akışta kalabildiğim sürece evren beni hazırlıyor gelene...

Olanlardan sonra kendi yazdıklarımı okuyunca en başta kendim olmak üzere her şeye çok şaşırdım... Evren ne kadar hızlı çalışıyor artık, akıl almıyor...

Yaşadıklarımı, gördüklerimi, okuduklarımı sindirip kendi çıkarımlarımı yapmak, kişisel gelişimimin BİR olma yolunda attığı adımları toparlamak istiyorum, ancak henüz yaşananlar kelimelere dökülebilecek idrak noktasına ulaşmadı bende...

Ancak anladığım;
* Öğreneceğim (ve tabii şaşıracağım) daha çok şey var...
* İnsanlara kendimi anlatmaya çalışmaktan çok anlamaya çalışmak işin anahtarı
* Fikirler ve hisler bazında konuşuyorum: Karşı olduklarım değil yanında durduklarım beni aydınlığa çıkartacak, yani savaşa karşı olmak değil, barıştan yana olmak önemli olan mesela...
* Özgür irade, özgür irade, özgür irade...
* Tüm bildiklerini unutmak insanın önünü açıyor...

Daha çok şaşıracağım sanırım bu yeni dönemimde, anladıkça buraya da yazacağım...

Dip: Bu arada sürekli takip ediyorum, akışta kalmama yardım ediyor:
https://www.facebook.com/derKidergi

Dip2: ''Hiçbir şeye şaşmamak, çok akıllı olmanın belirtisidir derler; bence aynı ölçüde ve aynı güçte ahmaklık belirtisidir de.'' Dostoyevski - İdiot (Budala)

25 Mayıs 2013 Cumartesi

Yaşamın hedefi...

Kaç hayat yaşadım ben bu hayatın içinde?

Çocukluğum ayrı bir hayattı, sonra lise dönemim, ev ve okul arasında iki ayrı karakteri olan, biri bastırılarak yükseltilmiş, diğeri yükseltilerek bastırılmış bir başka hayat...

Profesyonel dönem, kariyer hırsları, ayak oyunları, plaza tembellikleri ile hayatın çarkları içindeki hayat...

O sırada başladı hayatı sorgulama dönemi... Neredeyim? Ne yapıyorum ben? Amacım ne? soruları...

Orada aldığım karar ile bir başka dönem başladı... HUZUR'u arıyorum hayatta, evlilikte var oluşta HUZURu, iç huzurunu... Harıl harıl içe dönük çalışmalar dönemi, denge arayışı, iniş çıkışları azaltma dönemi aynı zamanda... Denge halinin iniş- çıkışlardan arınma olduğunu zannetme dönemi...

Geldik nihayetinde, huzura vardık, tadını da çıkarttık...

Ya sonra?

Heyecan dönemi mi demeli, KEYİF dönemi mi bilemedim şimdi.

Huzur bir edilgenlik hali, bir şey yapmama, gözlemleme hali... Keyif dönemi ise daha etkin bir dönemdi... Sevdiğini yap, sevdiğin sürece yap, sonra yola devam et...

Süper bir süreç KEYİF dönemi, iyi ki yaşamışım dediğim bir bilinç hali, AN'da durabilmeyi gerektiren, AN'da oldukça anlamlanan bir durum...

"Şimdi neredeyim?" diye soruyorum kendime ya da "ne yöne gidiyorum?" diye...

Artık ŞAŞIRMAK istiyorum... İki kere ikinin dört etmediğini bilerek şaşırmak. Fıkradaki adam gibi muz kabuğu görünce "eyvah, yine düşeceğim." dememek istiyorum. Daha önce muz kabuğuna bastığımda düştüğüm bilgisini unutmak istiyorum çünkü o dönem kapanıyor artık.

Yeni deneyimlerin dönemindeyiz...

Muz kabuğuna bastığımızda uçacağız belki artık, buna şans tanıma dönemindeyiz.

Tüm biriktirdiklerimi unuttuğum bir döneme girmek amacındayım, tüm deneyimlerimi geride bırakmak. Önyargıları, öğrenilmiş acizlikleri, canımın acıdığını, sevdiklerimi, sevmediklerimi, bildiklerimi unutmak...

ŞAŞIRMAK hayattaki yeni hedefim, her AN'da, her deneyimde, her insanda yeniden, yeniden ŞAŞIRMAK.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Sırtımda Taşıdıklarım...

Çok bilinen bir hikaye var, en azından benim yıllardır bildiğim, arada konuşurken lafı bağladığım ve çok sevdiğim...


İki Zen rahibi, yabani bitki toplamak için tapınaktan ayrılır. Rahipler bir yandan bitki toplayıp bir yandan ormanın içindeki bir köye yaklaşırlarken karşılarına bir kadın çıkar. Kadın, dağdan gelen kar suları ile gürül gürül akan nehirden karşıya geçecek bir yol bulmakta zorlanmaktadır.

Rahiplerden bir tanesi ilerler ve kadını sırtına alıp nehrin daha sığ olan bir yanından karşıya geçer. Kadını karşı kıyıda bıraktıktan sonra teşekkürlere yanıt verir ve yeniden nehrin diğer kıyısına, yabani bitki toplamaya döner.

Geriye döndüğünde diğer rahip kardeşi onaylamayan gözlerle kendisine bakıyordur. Ona hemen bir Budist tapınakta yaşamanın kurallarını anımsatır: Kadınlara dokunmak yasaktır. Dönüş yolu boyunca suratı asıktır.
Tapınağın kapısına geldiklerinde, kadını sırtında nehrin karşısına geçiren rahip durur ve kendini onaylamayan kardeşinin gözlerine bakarak şöyle der:

“Sevgili kardeşim, ben kadını nehrin karşı kıyısında bıraktım. Sen hala taşıyor musun?”
Dediğim gibi hikayeyi yıllardır hikaye gibi bilirim, başkalarına kendimce "ders vermek" için kullanırım da, nedense bugün hikaye tam da benimle konuştu...

Ne enteresanız insan olarak, bir şeyi vakti gelmeden anlamıyoruz işte, bilmek yeterli olmuyor... Onun için "Sen neye hazırsan o da senin için hazırdır." demiş ya Marc Victor Hanson... Hazır değilsen bilmek de duymak da bir işe yaramıyor... Ancak hazır olduğunda...

Bugün kafamda birileri ile kavga ederken ANladım işte...

Bugüne kadar sırtımda taşıdıklarım, hepinizden AF diliyorum. Sokaktaki adam, özellikle senden, beni kıskanan (ya da benim öyle yorumladığım) arkadaşım, elimi tutmayanlar, benim gibi OLmayanlar (al sana BİRLİK bilincinden uzak bir inanç daha), geçmişteki pişmanlıklar, gelecekteki keşkeler... Bugün bu ANda, hepinizi sırtımdan indirmeye niyet ediyorum... Hepinizi SEVİYORUM, çünkü biliyorum ki, sevmediğin şeyi değiştiremezsin... Hepinizi ÖZGÜR bırakıyorum... Bu yolda, yollarımız tekrar kesişebilir, paralel gidebilir ya da bir daha hiç karşıma çıkmayabilirsiniz... Her türlüsü için ne mutlu BİZE... Yolunuz açık olsun...


13 Mayıs 2013 Pazartesi

Kendimi Seviyorum

Gözlerim ufaktan sinyal verdi, "ben artık eskisi kadar net değilim hayata bakışında" diye...İğneye ipliği geçiremez oldum geceleri, bulutlanıyor sanki lambanın ışığında kitap sayfaları... Bir göz doktoru, ufak çaplı bir "dinlendirici" gözlük reçetesi elimde buldum kendimi...

"Alsam mı, yoksa hayata hafif flu bakmaya devam mı etsem" derken, içimdeki o gözlüğe özenen ufak kız çocuğu dürttü, "hadi bir gözlük de ben alayım" dedim...

Dedim, ama çerçeve seçiminde çok güldüm kendime... Meğer yüzümü o kadar severmişim ki, çerçeve yakıştıramadım yüzüme... Denediğim her çerçeve, bir şeyler eklerken yüz hatlarıma, "tamamlamadı" da fazla oldu sanki... Sonunda "yok gibi" bir çerçeve ile çıktım gözlükçüden... Anladım ki, ben yüzümü seviyorum...

Sonra (ya da biraz daha önce, emin değilim) şeytan dürttü, saçımı boyayıverdim siyaha bir gece... Evde vardı, canım istedi boyadım... Yıllarca saçını renkten renge sokan, sarıdan kızıla, oradan siyaha bir çırpıda geçiveren ben, KENDİ saçımı özler buldum kendimi... Yok gün saymak ya da beğenmemek değil de, "o değişikliğe gerek yoktu" gibi bir duygu... Bu istekle aktı tabii boya kısa sürede... Kendi rengime, sarılarıma, beyazlarıma, küllü kumralıma (biraz alaca da orijinal saç rengim) dönmeye başladı bile... Anladım ki, ben saçımı seviyorum...

Yaz geldi, şortlar, t-shirtler çıktı ortaya... keza bacaklar, kollar da birlikte... Örtülerin altından çıkınca parça parça, anladım ki, ben vücudumu seviyorum...

Yeni işim bana çok şey öğretti, ama en önemlisi hatalarımı affetmeyi öğretti. Bir hatanın dünyanın sonu değil, bir sonraki gün için bir kazanım olduğunu öğretti. "Yaptımsa ben yaptım, bir daha yapmam" demenin hafifliğini öğretti... Anladım ki, ben hatalarımı seviyorum...

Kendimi çok daha net ortaya koyabiliyorum. Bu BENim diyebiliyorum, daha rahat... Benim tarzım, benim hatam, benim görüşüm, benim duruşum, benim hayatım... Anladım ki, ben kendimi SEVİYORUM...

21 Nisan 2013 Pazar

Güven Meselesi...

Geçen hafta BBOM - İzmir tanıtım toplantılarından birine katıldım. Kendi adıma çok bilgilendim, derin derin düşünmek için konularım oldu...

Bu okulların temel aldığı 3 unsurdan biri ise bu yazıya adını verdi, uzun süredir evirip çeviriyorum kafamın ve yüreğimin içinde çünkü...

Önce o 3 temel unusuru belirteyim:
- Merak
- Yaparak/ yaşayarak öğrenme
- Güven

Tanıtım toplantısı bile başlı başına pek çok soruya neden oluyor ebeveynlerin kafasında, bunlardan en önemlisi ise "çocukların mecbur tutulmadıkça öğrenmeyecekleri" algısı...

Hani biz "bize değil, topluma güvenmeyen" bir neslin elinde büyüdük ya... İşte aynen bu konuyu döndürüyorum kafamda...

Yine geçenlerde Jou Jou'da "Çocuğum Yemek Yemiyor" semineri düzenlendi. Orada dinledik, daha da ufak bebeciklerin yaşama içgüdülerine güvenmemiz gerektiğini...

Konu çocuklarımız olunca hepten çığırından çıkıyor bu güven konusu anladım ki... Çocuklarımızın;

- Ne kadar yemek yiyeceklerine,
- Ne çeşit yemek yiyeceklerine,
- Ne zaman acıktıklarına karar veremeyeceklerini düşünyoruz, hatta daha da ileri gideyim, bundan eminiz.

Daha sonra oyuncak ve arkadaş seçimlerine geliyor sıra:
"Bak arkadaş, oyna."; "Sana ne güzel oyuncak getirmiş baban, yüzüne bile bakmadın." Herşeylerini onlar için yapıyor, seçiyor, alıyoruz... Kendi adımıza onlar için hayatı kolaylaştırmaya çalışıyoruz belki... Bizim yaşadığımız (ya da yaşayabileceğimiz) zorlukları yaşamalarını önlemek istiyoruz.

Bu arada öğrenme ne oluyor? Ya merak nereye gidiyor? Hani o kumandanın tuşlarını kurcalayan minik parmaklar, neden hiçbir şeyi merak etmez oluyorlar birden? Paytak paytak ilk adımlarını atarken yürümeye duyulan, öğrenmeye duyulan o ilgi hangi AN'da yitiriliyor tam olarak?

Mecburiyet mi sadece acaba engel olan?

Tekrar soruyorum kendime, neden güvenmiyorum? Çünkü hatırlamıyorum... Kendi çocukluğumu, kendi duygularımı, kendi merakımı hatırlamıyorum... Kendime güvendiğim o günleri, dünyayı değiştirecek enerji ve kudretimi hatırlamıyorum...

Kendime güvenmiyorum... Geçmişteki kendi seçimlerimi beğenmiyorum belki...

Oysa onlar tümü ile bana ait olan nadir şeylerden... Beni bugüne taşıyan AN'lardan...

Ben kendime güvenmeyi başlatarak topluma GÜVENmeyi de başlatıyorum, çünkü herkes BEN...

13 Nisan 2013 Cumartesi

Değişimin kendisi


"Dünyada görmek istediğiniz değişimin kendisi siz olun..." demiş Mahatma Gandhi.

Yani demiş ki, eğer etrafınızda dürüst insanlar görmek istiyorsanız, önce kendinize dürüst olun, yani kendinizi bilin, tanıyın...

Yani bolluk ve bereket görmek istiyorsanız, önce üretin...

Savaş görmek istemiyorsanız, savaşmayı bırakın demiş mesela... Bu bana çok sevdiğim bir grafitiyi hatırlatır yıllar öncesinden: "Düşün ki, savaş çıkmış ve hiç kimse gitmemiş..." Oysa hepimiz bir mücadelenin içindeyiz gün boyu, "beğenmediğimiz" her şeyle savaş halindeyiz... Hastalıklarla savaş halindeyiz, haşerelerle savaş halindeyiz, çocuklarımızla savaş halindeyiz... Hatta kendi alışkanlıklarımızla savaş halindeyiz, sigarayla savaş, alkolle mücadele...

Örnek bir insan olmak için kendimizi zorlayalım anlamında bir yazı yazmaya çalışmıyorum... "Ne olduğumuzu bilebiliyor muyuz?" diye soruyorum...

Bugün dahil olduğum bir grupta "Annelikten ne öğrendik?" konuşuldu...

Kendime bakıyorum, ben neler öğrendim diye:

- Sabrımın sınırlarını öğrendim evet, cinnet geçirmeme nasıl ramak kaldığını biliyorum artık... İnsanlar sokak ortasında çocuklarına nasıl bağırabilirler anladım anne olunca...

- Koşulsuz sevgiyi bilmem ama "ya sevilmezsem" korkusunu öğrendim...

- İçimdeki "mal sahibini", diktatörü, "ben dedim oldu"cuyu tanıdım...

- Her ne karar verirsem vereyim “yanlış olacağını” bilmenin ağırlığını ve aynı zamanda hafifleticiliğini öğrendim... Kendi ebeveynlerimiz de en doğrusu için kafa patlatıp saysak roman olacak bir dolu yanlış yapmadılar mı bizi büyütürken ne de olsa?

Hadi artık kendimizi kandırmayı bırakalım, annelik yüce bir makam değil, ayaklarımın altında cennet falan da yok, boşuna aramayın...

Annelik dediğin biraz sorumluluk, biraz suçluluk duygusu, biraz görev bilinci, bol bol bağımlılık, bir tutam da pişmanlık…

Yok öyle koşulsuz sevmeler falan… Dürüst olun, siz annenize ne kadar kızıyorsanız, sizin çocuğunuz da en az o kadar kızacak size…

Kendi annelerimiz nasıl terliği fırlattıysa kafamıza, biz de o kadar istedik aynı terliği fırlatmayı çocuğumuzun kafasına, en doğal dürtü bu… Kızmak...

Değişimin kendisi olmak demek önce kendine karşı dürüst olmak demek, artık hayal dünyasından çıkmak, gerçekleri kucaklamak demek…

Sevmediğin şeyi değiştiremezsin. Önce kendini sevmek demek değişim, tam olduğun halinle sevmek, kucaklamak, KABUL etmek demek… Sonra da bırakmak demek… Akışına bırakmak…

Artık kızdığım zaman kendime kızma izni veriyorum, en büyük ilerlemem bu son zamanlarda… Ne çok yasak varmış içimde kızmakla ilgili:
  •         Aileme/ büyüklerime kızamam
  •         Sevdiklerime kızamam
  •         Müşterilere kızamam
  •         Basit konulara kızamam
  •         Fani şeylere kızamam…

Kızıyorum işte… Beni kızdıran her şey kızıyorum:
  •         Aptallıklara
  •         Mantıksız/ cevabı belli sorulara
  •         Küstahlığa
  •         Dikkatsizliğe
  •         Kendini her şeyin üstünde görenlere
  •         Bilmeden konuşanlara
  •         Parayla her şeyi satın aldığını sananlara
  •         Karşısındakini aptal sananlara

Kızıyorum. Ama beni kızdırmayan bir şey var ki, buna çok çok seviniyorum: “Artık kızdığım için kendime kızmıyorum.”

Yaşamadığım bir duygu bu işte… Tam olarak deneyimlenen her şey hayatımızdan çıkıp gidiyor… Bu gece hissediyorum içimde bir değişim var… Akıp giden bir şeyler var… Veda zamanı…

10 Nisan 2013 Çarşamba

Yalanın Kapıları

Annelik inanılmaz bir öğretmen... Ne olur klişe olarak algılanmasın, "ben her gün oğlumdan yeni bir şey öğreniyorum" derken, bakmasını bilene her yerde öğrenecek çok şey var tarzında, ama insan çocuğunu daha çok "önemsediği" için olsa gerek, daha çok hata yapıyor, daha çok malzeme çıkıyor o kanaldan...

Bu aralar çok sık yalanını yakalıyorum oğlumun, oysa 7 yaşını bitirdiği bu dönemde kazandırılan doğru davranışların ömür boyu tarzını etkileyeceğine inanıyorum her şeyden önce...

En son fark ettim ki, okula para götürmesini istemediğim halde, gizlice kumbaradan yürütüp götürmüş yine 3-5 TL. Okula para gitmesi meselesi ayrı bir konu, orada da diyeceklerim var, ama biz yalan söylenmesi kısmına odaklanalım şimdilik.

"Oğlum," dedim, "neden bana yalan söylüyorsun? Konuşsak bu konuyu adam gibi, birlikte karar versek, onu uygulasak?" Teoride nasıl ama, zehir gibiyim, değil mi? Aklım sıra konuşacağız, ben onu ikna edeceğim ve en sonunda benim dediğim olacak, hem de çocuk bir daha yalan söylemeyecek.

Ama maalesef asıl düşündürücü söz her zamanki gibi oğlumdan geldi:

"Ama sen hiç ikna olmuyorsun ki..."

Kocaman bir KAYA oturdu kalbime işte o AN... Evet, bir direktör - diktatör edası ile geziyorum evde konu kurallar olunca...

Hemen dedim ki, "tamam, sen iyi hazırlanır, güzel anlatırsan ben de ikna olacağım, söz veriyorum." Lakin bununla da bitmiyor düşünceler... Burada dökülenler sanırım olayın nirengisi:

* Çocuğun her dediğini kabul edemem.
* Çocuk kendisi için neyin doğru olduğunu bilemez.
* Onun için en doğrusunu ben bilirim.
* Eğer şimdi dediğimi kabul ettiremezsem, ilerde ergenlikte hiç başa çıkamam.
* Çocuğun elinde oyuncak olurum.
* Savaşı kaybetmek...

Aile olarak çocuk yetiştirmedeki görevimiz nedir? Çocuk ne zaman bireydir? Kendi kararlarını nasıl ve ne ölçüde almalıdır?

İşte spiritüel yaşam ile anneliğin görüntüde çeliştiği temel sorular sanırım bunlar. Oysa bize öğretilen akış halinde herhangi bir direnç ile karşılaştığımız noktalarda inat etmeyi bırakmayı ve KABUL etmeyi bilmek. İçimdeki dirençleri tek tek bulup kaynağını arındırmak...

Peki tekrar soruyorum, inat etmeyi bırakırsam oğluma ne olacağını sanıyorum:

- şımarık, uyumsuz, tatminsiz, anlayışsız, kendini düşünen...

Peki bana ne olacağını sanıyorum:

- dikkate alınmayan, etkisiz eleman, kudretsiz...

Haydi çalışmaya, taa ki biz olduğumuz gibiyken ve çocuğumuz da olduğu hali ile sürtüşmeden akacağımız ANa kadar...

14 Mart 2013 Perşembe

Bahar, zindelik, uyku

Bu aralar kaçta yatarsam yatayım, sabah erken ve zinde uyanıyorum, uykumu almış olarak. Facebook üzerindeki yorumlardan okuduğum kadarı ile, "spiritüel" camiada bu aralar pek çok kişi böyleymiş. Ne güzel... Fazla da kurcalamamak lazım. İnsan beyninin günlük dinlenme ihtiyacı 2 saatmiş, uykuda geçirilen diğer zaman bedenin dinlenmesi içinmiş. Yani beden olarak fazlaca yorulmadıysak ya da gün içinde yeterince dinlenebilirsek 2 saatlik derin ve sağlıklı bir uyku ile yaşayabiliriz.

Derken bu sabah bir söze rastladım: "Gönül yaptığı işte değilse, bedenin çektiği eziyettir..." İşte belki de cevap burada yatıyor, hep düşündüğüm gibi yaptığın işi yapmak ve AN'da olabilmek bedenimizi dinlendiriyor. Eziyet yoksa, yorulma da yok. Yorulmadıysan dinlenmene gerek yok. Ne ala...

Sanırım benim zindeliğimin sebebi bu... Yaptığım işten keyif alıyorum, beni fazlasıyla mutlu ve tatmin ediyor. Yorulmuyorum, severek yapıyorum. Gönlüm açıldı sanki.

Bir de BAHAR coşkusu var içimde, doğanın uyanışını hissediyorum sanki iliklerimde. Kafam birden fazla konu ile ilgilenebiliyor aynı anda... 

Bu da aklıma takılan diğer bir soruyu getiriyor: Bahar Yorgunluğu

Hani bu tazelenme, yenilenme, yeşerme günlerini neden yorgunlukla özdeşleştirmişiz ki acaba, zindelikle ve coşku ile birlikte anacağımıza...

Ben artık bahar yorgunluğu yaşamıyorum, BAHAR COŞKUSU yaşıyorum. Keyifle, tadarak, tadını çıkartarak...

19 Şubat 2013 Salı

İyi Şeyler OLur

Bu aralar Yonca TOKBAŞ'ın Karışık Kuruşuk Şeyler'ini okuyorum... 38. Sayfaya geldim ve karşıma şu cümleler çıktı:

"Yaniii, iyi insanları görmeyi-bulmayı-karşılaşmayı istedin mi; buluyor, görüyor ve karşılaşıyorsun."

Hoşuma gitmedi mi? Gitti, ama fazla da düşünmedim üstüne... Sonra sabah rutini içinde Facebook'a girdim, neler var diye bakınırken bu defa şuna benzer bir sözle karşılaştım:

"İnsanoğlu nedense kötü şeylere hemen inanır da, iyi bir şey duydu mu, şüpheci yaklaşır olaya..."

Şöyle bir durakladım, hafifçe dürttü konu beni... Yine de tam manası ile gündeme giremedi... Taaa ki, Hayalkurdum'da kitapları karıştırmaya başlayana kadar...

Karıştırdığım raf, benim tarz kitapların çocuk versiyonlarının bulunduğu "spirituel raf". Kitabın adı: Düşünüyorum, Öyleyse Varım!, yazarlar Louise L. Hay ve Kristina Tracy... Çocuklara olumlu düşünmenin gücünü öğretmek amacı ile hazırlanmış tatlı bir kitap... İlk sayfayı çevirdim ve karşıma şu cümle çıktı:

POZİTİF ŞEYLER OLUR!

Evet yaaaa, OLur... Her zaman olur... Şu anda yaşadığımız AN'a geldiysek, kim bilir ne kadar çok iyi şey OLdu da geldik... Arkadaşlarımız var, onlar da İYİ insanlar, olmasalar onlara arkadaş demezdik...

Evet, hayatımızda bazen "tatsız" olarak nitelendireceğimiz şeyler oluyor, ama bir DOLU da İYİ şey oluyor... Bunları neden sıradan sayıyoruz? Bunları da sayalım... Hatta iyi şeyleri SIRADAN sayabildiğimiz için de mutlu olalım... Polyanna'cılık mı bu? OLsun, bu bizi daha mutlu biri yapıyorsa neden Polyanna olmayalım? Şimdiye kadar hep Calimero (Hani şu "ama bu haksızlık, öyle değil mi?" diye soran siyah civciv) olduk da ne oldu?

6 Şubat 2013 Çarşamba

Denge

Sevgili Ayça bugün Denge ile ilgili bir yazı yazmış... Denge, benim de daha önce üzerinde defalarca düşündüğüm, defalarca yazdığım bir konu...

Kendimde ve etrafımda "Ne olur benim dengemi bozmayınız" (Turgut Uyar, Sezen Aksu ve Aykut Gürel' sevgilerimle) nakaratı ile çok defa karşımıza çıkan bir "mazeret" aynı zamanda...

Etrafımızda dengemizi bozacak olaylar olmuyor mu? Oluyor şüphesiz... Malum, mizahçıların ekmeğini çok rahat kazandığı bir ülkede yaşıyoruz.

Yine de denge dendiğinde mühendis yanı başka bileşenler de getiriyor aklıma... Dengeden bahsetmek için bir cisim ve bir ortama ihtiyacımız var en azından. Örneğin yerde duran bir top dengededir. Aynı zamanda sivri bir dağın tepesinden, ufacık bir ucunun üzerinde duran bir kaya da dengededir. İkisi arasındaki fark, dengenin bozulması için gereken kuvvettir sadece..

Çok mu karmaşık oldu, şöyle anlatayım. Kalın botlarınız ayaklarınızda asfaltta yürürken de dengededir insan, bir ipin üzerinde elinde sırık yürümeye çalışırken de dengededir. Aradaki fark, ip cambazı her an düşebilecekmiş gibiyken, asfaltta yürüyen bizim dengemizi kaybetme riskimizin neredeyse hiç olmamasıdır.

Bu durumda anladım ki, kendimi "dengem her an bozulacakmış gibi" hissediyorsam, kendime şunları sormalıyım:

* Ben o ipin üzerine niye çıktım?
* Ne zaman çıktım?
* Neden inmiyorum?

Hassas dengeler bunlar ;)

16 Ocak 2013 Çarşamba

İnişler ve çıkışlar...

Nil Avunduk ile ilk tanıştığımız zamanlarda beni en çok şaşırtan söylemlerinden biri, hayatımızdaki iniş çıkışların, yani o sinüs eğrisinin azalıp düzleşmesini amaçlaması olmuştu. Bana aşırı üzüntülerle birlikte aşırı sevinçlerin olmadığı bir hayat pek bir tekdüze gelmişti o zamanlar...

Her ne kadar iniş kısımlarında mutsuz olsak, şikayet etsek de çıkış kısımları yaşama nedenimizdi sanki. Oysa her inişin bir çıkışı olduğu kadar, her çıkışın bir inişi olduğunu da biliyorduk aslında...

Aradan geçen bunca yıl zarfında, hala bu iniş çıkış meselesi çözülmemiş bir meseledir duygusal - gelişimsel yumağımda... Zirvede olmayı seviyorum çünkü aslında... Zirve, güzel bir kelime gibi görünüyor bir yandan. TDK'ya göre: "Doruk, bir işte ulaşılan en üst aşama". Kendimi bir dağın zirvesinde bulduğumda, tepeden aşağı baktığımda, kayak yapacaksam mesela... Ne güzel... Bırak kendini boşluğa...

Diğer taraftan, ulaşılan en üst aşama dendiğinde bir yandan da bir sınırlama getiriyor sanki, daha üstü olamazmış gibi... Belki de bu algıdır bizi "her çıkışın bir inişi olduğuna" ikna eden?

Her neyse gelelim bugünkü algıma. Fark ettim ki, inişlerim ve çıkışlarım arasındaki süre çok kısaldı, mesafeler çok arttı. Bir gün kendimi zirvenin en tepesinde hissederken, ertesi sabah, ufacık bir "başarısızlık" ile çukurun en dibine ulaşabiliyor buldum kendimi...

NEDEN?

Sanki ipucu çıkışlarda... Başarılar ile ne kadar "ben" olduğumu sanıyorsam, başarısızlıklar "ben"i o kadar eksiltiyor. İşi kişiselleştirmekte sanki anahtar... Öyle bir bakış açısı tutturmalı ki, o başarı "benim" olmalı, ama "ben"den ayrı olmalı, ki öyledir aslında... İnsanlar başarı için yaşadıklarını düşündükleri müddetçe, başarı bir güç unsuru olarak kalacaktır. "Kendini gerçekleştirme" Maslow'dan beri insanın en üst (yine zirve, enteresan) hedefidir.

Demek ki, yıllarca bana "kendini gerçekleştir" diye bir hedef dayatılmış dışardan... Ne ola ki bu kendini gerçekleştirmek düşününce? Ben zaten gerçek değil miyim? İstediğimi yapmak mıdır kendimi gerçekleştirmek? Yapabiliyor muyum? Yoksa bunu da "akılda kalmak", "beğenilmek", "çok para kazanmak" gibi dünyevi hedeflerle karıştırıyor muyum farkında olmadan?

Ya da "her çıkışın bir inişi" olmasın diye, laboratuvar faresi gibi sürekli koşturmaya mı kurguladım kendimi? Durunca düşeceğim sanıyorum...

Şunu soruyorum kendime: Ben tren miyim? İstasyon muyum yoksa? Eğer tren olduğumu sanıyorsam, inişlerim ve çıkışlarım olabilir, normal karşılamalıyım... Eğer istasyonsam, pek çok iniş çıkış yaşayanlar gelebilir, geçebilir, ben durur ve onlara bakarım...

Oysa biliyorum ki, ben YOL'um... Ne tren, ne de istasyon... YOL'un kendisiyim...

UYAN...

4 Ocak 2013 Cuma

Öfkem nerede?

Bu blogun ilk kayıtlarına bakıyorum da, daha çok öfke ile ilgilli yazılar yazmışım. İçimde bir yumak öfke, patlamaya hazır bir şekilde bekliyormuş. Geçen 4 sene zarfında bu konu ile ilgili olarak öğrendiğim en temel husus, öfkelendiğim zaman bunu bastırmamak oldu. Öfkemi KABUL etmek yani, diğer bir deyişle. Kızma hakkını bulmak içimde, kendimde.

Öfkemi takip etmeyi öğrendim sonra, yani beni asıl kızdıran şeyi, ana noktayı bulmayı. Başlangıçta çok zor olan bu farkındalık anları, zaman için kolaylaştı, sonra yeniden zorlaştı, öfkem de azaldığı için o düğmelere daha az basılmaya başladığı için, ipin ucunu bulup yumağı çözmek daha bir ustalık gerektiriyor şimdilerde. Ama bunlara takılmamayı da öğrendim bu arada... İpin ucunu buradan kaçırırsam, başka bir ucu çıkıveriyor karşıma bir süre sonra. Hayatı bir ödül - ceza; suç - başarı; doğru - yanlış doğrusunda görmüyorum nispeten. Bu da kendime karşı daha ılımlı olmamı sağlıyor.

Neyse, bu kadar uzun bir girişten sonra, gelelim yeni farkındalığıma: ALINGANLIK

Bu da geçmişte kafamı/ yüreğimi yoran konulardan biri, etrafımdaki alıngan insanlar yüzünden az ip cambazı gibi hissetmedim kendimi geçmişte.

Geçenlerde bir toplulukta bir arkadaşımla az ilgilendim, sonra da onun topluluktan ayrılmış olduğunu fark ettim. Kendimle gece sohbetimde ilk takıldığım konu "Acaba farkında olmadan onu kırdım mı?" oldu. Neden onu kırdığımı düşündüm? Çünkü bana veda etmeden gitti. Zihnim bu atıştırmalık ile oyalanadursun, bir süre sonra yüreğim başka bir noktaya dikkatimi çekti: Kendi kırgınlığıma... "Neden bana veda etmeden gitti?" İçimde kalan suç - ceza zihniyeti kırıntıları, tabii ki bu kırgınlığı hemen bana yönlendirip "kim bilir ne yaptın da kırdın kadını" şeklinde beni azarlamaya başlamıştı. Oysa ki, altındaki katman, kendi kırılmışlığını, dolayısı ile
- saygı görmeme
- kaale alınmama
- değer verilmeme gibi korkularını haykırıyordu.

Anladım ki, sadece öfkelerimin içinde değil öfkelerim, kırgınlıklarım... Öyle bir meret ki, her taşın altından çıkabiliyor... Gördüm ya, buna da şükür... SOBE...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...