17 Ağustos 2014 Pazar

Tüketmek



Tüketim falan dedim, kafama takıldı tabii...

"Evrende hiçbir şey vardan yok olmaz, yoktan da var olmaz." demiş Lavoisier, enerjinin korunma yasalarını sayarken... Genel olarak kabul gören bir teoridir, çünkü enerjinin yok olmayıp dönüştüğü ispat edilmiştir...

Bu kanun sanırım "tüketim" dediğimiz süreç için de uygulanabilir. Ne de olsa o ANda "tüketmek" kelimesini kullandığımız her ne ise onu bir şeylere dönüştürme prosesindeyiz aslında...

Yediğiniz bir yemeği alalım, bu yemeği tüketmiyoruz aslında... Kimimiz (yeme iç motivasyonuna göre) vücudunda yağa dönüştürüyor, kimimiz karın ağrısına (gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır ya baş), kimimiz endişe ve vesveseye (ya yarın bunu bulamazsam), kimimiz de mutluluğa, neşeye, keyfe dönüştürüyor...

Eğer ANda değilsek yaptığımız eylemin adı TÜKETİM olarak kalmaz sadece, iyi bir şeye dönüştürmemiz zor bu enerjiyi...

Keyfe...

Bir fincan kahvenin düşündürdükleri ya da tasarruf var mıdır?

"Hayat kısa, kahvenin keyfini çıkart."
Fikir Sahibi Damaklar bugün bir durum güncellemesi paylaşmış Facebook'ta, üzerinde düşündüğüm hatta daha önce yazdığım konulardan birine parmak basmış:

"kahve dedik, hatırlayacaksınız, ne kadar içiyorsunuz diye sorduk (http://goo.gl/MhVCMH). zira derdimiz ‪#‎dikkatli‬ bir usulse, zira derdimiz üreticisine de tüketicisine de adil yaklaşımları desteklemekse, hele kahve de elzem olan değil de, lüks kategorisinde olansa... pratiğimize onu katmamak, ‪#‎dikkat‬'e onunla başlamamak kabil değil.

şimdi diyoruz ama acaba ne dersiniz: bu ‪#‎dikkatliPazar‬ kahvemizi içerken bir dursak ve hesaplasak, en fazla ne kadar tüketiyoruz ve en az ne kadar tüketmeye razıyız?
bu hesabı yaparken hangi kahveyi nasıl bir durma/yavaşlama anında içeceğimizi de düşünsek. yani yolda bir yerden bir başkasına yetişirken ya da koşturma arasında yudumlarken değil de, lüks bir ürün olduğunun idrakıyla her yudumunun hakkını vereceğimiz saatlerimizi... bir plan yapsak. ne dersiniz? ve bu ‪#‎dikkatliPazartesi‬'den başlayarak uygulamaya koysak.
ne dersiniz? başlasak mı?"

Şimdi gelelim yazının çağrışımlarına ya da başka bir deyişle tasarruf konusuna... Aslında bu konuda da daha önce yazmıştım, ama yıllar içinde hep değişiyor insan, bakalım şimdi nereye götürecek bu sohbet bizi...

Tasarruf eylemi "tehlikeli" bir konu, çünkü altında ciddi korkular barındırıyor:
- Kıtlık
- Aç kalma
- Biriktirme/ AN'ı erteleme/ yarına saklama, yani bugünü yaşayamama eylemi

ve tabii egosal bazı alanları da bol bol besliyor:
- bilinçli, kültürlü, ileri görüşlü vb. olarak "diğerleri"nden üstün olma halini mesela...

Bu durumda ne yapacağız peki, deli gibi tüketime mi saracağız kendimizi? Günde 8 fincan kahve içip bütün ışıkları ve muslukları açık mı bırakacağız?

Her şeyden önce ilk aklıma gelen dilimizi düzenlemek yeniden... Tüketmek kelimesini kaldırmak hayatımızdan... Onun yerine tadına varmak kelimesi uygun olabilir belki? Kahve tüketmek başka bir şeydir, kahvenin tadını çıkartmak bambaşka... Her zaman olduğu gibi AN'larımızı taçlandıracağız yaptığımız eylemlerle... En basit işlerimizi TUTKU ile yapacağız... ve açık büfeden ayrılacağız yavaş yavaş, özellikle de alışkanlıklarımızın açık büfesinden... Hep öyle yaptığım için yapmayı bırakıyorum ben işleri yavaş yavaş... O ANda ihtiyacım olduğu için/ istediğim için/ gerekli bulduğum için yapıyorum. O AN karar alarak ve farkında olarak yapıyorum... Kullanmadığım aletin fişini pirizden çekerek tasarruf yapıyorumdur belki, ama o alete aslında ihtiyacım olmadığının farkına varıp onu satın almayarak çok daha büyük bir tasarruf yapmış olabilirdim... Ne dersiniz? Alet işler el övünür, ama bazı şeyler emek ile daha güzel sanki?

Sana ne desem boş...

Murakami'nin 1Q84'ünü okuyorum bu aralar... 1250 sayfalık bir kitap olduğu için epey de oyalıyor beni haliyle... Haftalardır okuyorum yani... Yine de bu cümleyi gördüğümde vuruldum: "Açıklanmadığı zaman anlayamıyor olman, ne kadar açıklanırsa açıklansın anlayamayacağın anlamına gelir."

Pozitif bilimlerden gelmiş olan insanların (ben de buna dahilim tabii yüksek mühendis olarak) bu lafa uyumlanması epey bir zaman alıyor... Çünkü bize en başından sebep-sonuç ilişkisi kurmak öğretiliyor, rasyonalize ederek büyüyoruz isteklerimizi... Buradan saptığımız tek nokta - o da yeni nesil ebeveynlikte hepten ortadan kalktı - "çünkü ben öyle diyorum" diyen anne-babalarımızdı...

Çok basitinden başlayacağım, duygulardan... Sevgi böyledir mesela... İçinizden gelmiyorsa bir çocuğun başını okşamak, açıklanması olanaksızdır... Gözyaşlarını zorla akıtamazsınız (soğan hariç)... Yüreğinizde bir noktaya dokunması gerekir... Dokunmuyorsa, "sen burada tam olarak neye ağlıyorsun şimdi?" diye sorsanız da anlayamazsınız.

Ama daha ötesi de var... Sezgi deyin adına, biliş deyin... Böyledir... Anlamadıysanız bir bakışta, anlatılamaz... Hiç anlamayacağınız anlamına gelmez, belki de vakti vardır... Zamanı gelince anlarsınız belki.... Ama kendiliğinden olmalıdır, şartlar uygun olduğunda... Açıklanarak olmaz...

İşte bu nedenle herkes kendi yolunu bulmalıdır....Çünkü herkesin yolu, kendi anladıkları ile örülür... Buda'nın nirvanaya erdiği yol, onun yoludur... Onu takip ederek ancak papağan olabilirsiniz... Yürekte hissetmek başka bir şeydir... Yüreği dinlemek gerekir öncelikle... Dinle, anladığını uygula ve yola devam et...

Bu kadar basit...

10 Ağustos 2014 Pazar

Eş anlamlı - zıt anlamlı

Azınlık
Farklılık
Bütünlük
Aidiyet
Gruplaşma
Kamplaşma
Birlik olma
Etnik grup
Irkçılık
Cemiyet/ sosyal grup
Yalnızlık

İşte günlerdir konuşulan, üzerinde düşünülmesi gereken kavramlardan bazıları... Böyle alt alta yazılı görünce dualitenin gücünü daha iyi anlıyor insan... Bu sözcüklerden bazıları "iyi" bazıları "kötü" olarak şartlandırılmış zihnimde mesela. Hangileri eş anlamlı, hangileri zıt anlamlı gruplanabilir gibi duruyorlar, ama aslında o kadar da kolay değil uğraşmaya, düşünmeye, sorgulamaya başladığınızda...

Hepsi iç içe... Koskocaman bir BULUT sanki...

Anlamlar sözlüklerde değil zihnimizde... İçimiz kadar temiziz... İçimiz kadar güzel...

Açık Büfe


Son günlerde seçim süreci yaşıyoruz ve bazı başka özel şartlar hakim hem dünyada hem Türkiye'de... Şu günlerde belli başlı bazı kelimeler daha fazla kulağıma çalınıyor ve benim üzerimde biraz düşün diye göz kırpıyor bana... Hepsi farklı titreşimleri ve deneyimleri ile geliyorlar üstüme üstüme... Sanki artık hiçbiri okulda öğrendiğim anlamında değil, sözlük anlamını da taşımıyorlar... Bambaşka derinliklerde alternatif anlamlara gelmiş durumdalar...

Seçim mesela... Alternatifler arasından seçmek yani... Oysa sonsuz ve sınırsız olasılıklar dünyasında yaşıyoruz... İhtiyacımız olan seçmek değil, ne istediğimizi bilmek... Herşey dahil bir otele gittiğinizi düşünün, açık büfe yemeğe... Tabaklar dolusu yemekler vardır önünüzde, çeşit çeşit... Karnınızı doyurmak için yapmanız gereken seçmektir yalnızca... Çok basit, kolay bir süreç... Ama işte tam da bu noktada unutursunuz aslında kim olduğunuzu, aklınıza bile gelmez aslında ne istediğinizi sormak içinize... gerçekten ne istediğinizi? Yüzlerce yemek vardır önünüzde size sınırsız olanaklarınızı unutturacak... Bazen sevdiklerinizi seçersiniz çok sayıda alternatif arasından, bazen kendinizi kaptırır doldurursunuz tabağınızı denemek istediklerinizle... Bunlar genellikle başka bir yerde bulamayacağınızı düşündüğünüz yemeklerdir. Bu fırsatı kaçırmak istemezsiniz... Bazen "rejimde"sinizdir, canınız pek çoğunu çektiği halde bir kaç "sağlıklı" alternatif ile idare edersiniz.

Oysa çok nadiren, önce içinize dönüp "ben bu akşam aslında tam olarak ne yemek istiyorum?" diye sorarak gelirsiniz yemek salonuna... Basit bir çorbadır bazen istediğiniz pek çok tantanalı yemek arasında ve onu seçer, istediğinizi almanın tadını çıkartırsınız... İşte sadece o anlarda "bunu seçerek neleri kaçırdım acaba?" diye sormayı bırakır zihniniz ya da siz onu dinlemezsiniz, çünkü tam da istediğiniz yerdesinizdir.

Hayatta AN'ı yaşamaktan bizi alıkoyanlar da işte tam bu açık büfe seçimlerdir. Önceden hazırlanılmamış, sadece önümüzdeki tepsinin içindekiler... Değerlendirmezsek bir daha bulamayacağımızdan korktuğumuz, ama aslında o AN'da istemediğimiz şeyler... Kendimizi yapayca ŞANSLI hissederek yetindiklerimiz...

Belki başlangıçta açık büfede istediğimizi bulamayacağız, ama kim bilir belki de bir dahaki sefere yandaki alakart lokantaya girmeyi tercih edeceğiz ya da evren bu küçük alıştırmamızda bizi ödüllendirecek ve tam da istediğimiz yemek çıkacak karşımıza...

Bu bir elindeki ile yetinmek - yetinmemek yazısı değil... Bu sadece istemediğimiz kalabalık açık büfeleri bırakıp istediğimiz BOLLUK ve BEREKETi yaratmak egzersizi... çünkü evrenin bize ihtiyacımız olanı vermesi için öncelikle bizim onu istememiz gerekir...

Önüme sunulan alternatifler arasından seçmeye % 100 EVET.
Önüme sunulan alternatifler arasından seçmeye izinliyim.
Ben ne istediğimi bilip ona göre istemeyi ve tam da onu yaratmayı seçiyorum.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...