25 Aralık 2012 Salı

Farkında mıyım?

Mayıstan beri yeni bir işim var ve fark ettim ki bu blogu çok boşlamışım bu 8 aylık süreçte. Kafamdan pek çok konu, pek çok olay geçiyor, ama odaklanıp da bir tanesini yazamamışım bunca aydır. İşte bu yazının konusu da böyle çıktı.

İnsanın kafasının içinde 40 tilki dönerken, algıları bu kadar yoğunken, etrafında bu kadar çok uyaran varken, daha mı fazla farkındadır hayatın yoksa öylesine yaşayıp gitmekte midir?

Aktif bir hayat insanı daha canlı tutuyor, bu kesin, ama aynı zamanda içsel olarak otlaştırıyor mu acaba?

Geçen 8 aya baktığım zaman, ondan önceki 8 ayla kıyasla daha mutlu olduğumu görüyorum, daha canlı olduğumu, daha aktif olduğumu, buna keza daha stresli olduğumu, uyku kalitemin bozulduğunu da görüyorum.

İçsel dönüşümüm için daha fazla malzeme toplamakla birlikte onları kullanma konusunda daha başarısızım sanki. Tıpkı bir gün kullanırım diye evde biriktirip sonra günü geçen malzemeler gibi sanırım biriktirdiklerim bu arada, çünkü fayda AN'dadır.

Durmak çare değil yine de bu duruma, olsaydı eğer, o atalet beni bu yeni işe itmezdi. Demek ki yürürken farkında olmanın bir yolu bulunmalı. "Kaliteli zamanlar" yaratılmalı bir şekilde.

Hah, ana konu çıkıyor sanırım şimdi. İş hayatı, ev hayatından çalmasın diye BEN'den mi çalıyor yoksa yine? Aynı tuzağa mı yakalanmışım bile bile?

Şu bir gerçek ki, yürek mesainizi hangi konuya harcıyorsanız o konuda ilerliyorsunuz. Hangisinde zihnizin çelmelerine takılıyorsanız o sizi daha çok yoruyor aynı anda. Bu nedenledir ki zaman zaman aynı konu bizi hem mutlu ediyor, hem de yorup çaresiz bırakıyor. Bu da bir süreç...

Önce birini yaptım, sonra diğerini... Şimdi ikisini birlikte yapmayı öğreniyorum...

1 Eylül 2012 Cumartesi

Dünya Barış Günü


Bugün Dünya Barış Günü'ymüş... Ben bugün öncelikle kendimle barış yapmayı başlatıyorum. Kendi içimdeki savaşları bitirmeye niyet ediyorum. Kendimi tam olduğum halimle Kabul ediyor ve affediyorum. Kendimi seviyorum.


Resim: H. Lee Shapiro

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Seçimler

Bu aralar içimle pek barışık değiliz... O fazla konuşmuyor, ben onu pek dinlemiyorum sanırım. Üzücü, ama bu da bir süreç, KABUL etmek lazım duraklamaları da ilerlemeler kadar.

İçim pek bir sıkkındı bu gece, nedenini bilemedim, içimi yokladım, içinden çıkamadım, düşündüm, saplandım kaldım. Karmakarışık ipuçları içinde oradan oraya sürüklendim sonra biraz da.

İç sıkıntısı, iç kararması derken, bir çıkış yolu geldi aklıma: SEÇİMLER...

"İçimdeki sıkıntının sebebini bulamasam da bunu KABUL etmeyi seçiyorum." dedim kendi kendime.

KABUL, çok güçlü bir kelime, bunu yıllardır biliyorum da SEÇİM yeni çıktı.

Son zamanlarda akışta kalmamı sağlayan büyülü kelime SEÇMEK... OL'AN'ı seçmek...

Öfkelendiğiniz zaman, öfkelenmeyi seçebilirsiniz, sonra da öfkeli kalmayı ya da öfkeli kalmamayı seçebilirsiniz. Bilinçli bir şekilde. İlk öfke AN'ından sonra, içinizdeki öfkeyi pompalamayı, taze tutmayı, beslemeyi seçebileceğiniz gibi, öfkeli kalmamayı da seçebilirsiniz.

Bunu da denedim, öfkeli olduğumda durup uzaktan baktım o öfkeli halime ve zihnime sordum: "Öfkeli olmayı bitirmeyi istiyor musun?" diye. Çoğunlukla o sürekli konuşan fitnecinin, başka korkular ve hesaplarla öfkeyi bitirmek istemediğini gördüm. Sonra da (tabii ki, gevezeyi dinlemeyi bırakıp) öfkeyi bitirmeyi seçtim. Ufacık bir sabun baloncuğu gibi öfkemin sönüverdiğine tanık oldum bu SEÇİMle.

Bu gece de aynı yöntemler, içimdeki sıkıntıyı KABUL ettim, gördüm ve varlığını bastırmaya çalışmadım, sonra da onu bitirmeyi SEÇTİM.

Bu belki çok saçma gelebilir, ancak OLANı seçtiğinizde her şey mümkün... Anlayabildiğinizi anladığınızda ve anlayamadığınızı anlayamadığınızda OLAN tam olarak budur. OLANı seçin ve anladığınızı KABUL edin, anlamadığınızı da KABUL edin.

Kendinizde olan savaşı bitirmenin yolu savaşı bırakmayı SEÇMEK...

6 Temmuz 2012 Cuma

Az bulunan şeyler

Bugün tatildeyim... Yıllar sonra ilk defa tatildeyim...

Ne tuhaf, bu cümleyi okuyunca insan, sanki hep çalışmışım, hiç tatil yapmaya fırsat bulamamışım sanıyor. Oysa ki uzun yıllardır "çalışmadığım" için hiç tatilim olmadı. İlk zamanlar, hatta son zamanlara kadar, ben bunu sanki hep "tatilde"ymişim gibi algılamıştım.

Şimdi ise, 2 aydır işlettiğim yeni işimde 15 gün yaz tatiline girdiğim bu günlerde fark ettim ki, ben hiç tatil yapmamışım. Tatilin tatili olmadığı için belki, belki de çok olanın kıymeti olmadığı için, bilemiyorum.

Bu sabah, istediğim saatte uyandığımda, istediğim kahvaltıyı ettiğimde ve kendime bir kahve yapıp püfür püfür esen balkonuma kurulduğumda, sanki bu yıllardır yapmadığım bir şeymiş hissine kapıldım işte... Ve dedim ki kendi kendime: "evet, ben tatildeyim."

Bir şeyin tadını çıkartmak, keyfine varmak, anlam katmak için ille de az bulunması mı gerekiyor acaba? Az olmayan şeylerin, kıtlığını hissetmediğimiz şeylerin değerini bilmek mümkün değil mi?

Her ne ise, bu hissi sevdim... Ben bu hafta TATİLDEyim... Keyifle...

Fotoğraf: http://divolio.blogspot.com

23 Haziran 2012 Cumartesi

Herkes Korkar

Bu aralar Fox Crime'da NCIS isimli bir diziye dadandım, her gün onu seyrediyorum. Baş rolde Marc Harmon, Jethro Gibbs'i oynuyor. Benim gençliğimin pek çok dizisinde olduğu gibi, akıllı, becerikli, her zaman bir planı olan, en iyiyi bilen, astlarını doğru noktalara yönlendiren, görev dağılımını en iyi şekilde yapan, her AN ne yapacağını bilen, mükemmel bir adam Gibbs.

Ve ben büyük bir hayranlıkla onu seyrediyorum.

Dün fark ettim, onu seyrederken, onun o erdemlerini yüceltirken bir yandan da içimde biraz suçluluk, biraz eksiklik deneyimliyorum. "Ben asla böyle davranamazdım, bunu akıl edemezdim." vb.


Biliyorum, bunu okurken çoğunuz içinizden "eee, tabii, oa bir senaryo, hiç birimiz o kadar mükemmel olamayız" diyeceksiniz. mantık seviyesinde böyle işte. Ama iş bilinç altına gelince, sanırım kahramanları bizim gözümüzde kahraman yapan şey de bu özellikleri, özetle, hiç KORKMAMALARI...


30 yaşlarımın sonuna geldiğim şu zamanda anladım ki, herkes KORKAR. 


- Ya başaramazsam
- Ya bana gülerlerse
- Ya aslında öyle değilse
- Ya gerçekse
- Ya canım acırsa
- Ya gelirse/ gelmezse
- Ya...
- Ya...
- Ya...
neredeyse AN geçmiyor ki, zihnimde böyle bir YA yakalamayayım, tabii şanslı - farkında olduğum ANlarda... Farkında olmadığım kim bilir, kaç tane YA daha...

Bu YAların hepsi birer KORKU aslında... İnsanı içten içe kemiren, zihnini sürekli meşgul tutup ANı yaşamasına engel olan korkular... Sırf bu nedenle pek çok insan Meditasyon, Yoga gibi zihni susturan alternatiflere yöneliyor biraz sakinleşmek için, oysa susturmak da uzun dönemli bir çözüm olamıyor, zihin kurnaz çünkü, bir çatlak buluyor sızacak bir süre sonra...

Bu süreçte beni en çok rahatlatan gerçek: "HERKES KORKAR" oldu. Bunu bilip KABUL edince artık kendimi eksik, yalnız, suçlu hissetmelerim azaldı. Korkularımı kucaklayıp yüzleşip dönüştürmek kolaylaştı, çünkü onlar benim eksiklerim değil onlar şu ANki BENin bir parçası... İlerledikçe korkular azaldıkça altındaki gerçek BENi göreceğim...

O zaman kadar, sevgili YAlarım, sizleri görüyor ve KABUL ediyorum, sizleri sevgiye kucaklıyor ve adım adım bırakmaya niyet ediyorum.

23 Nisan 2012 Pazartesi

Değersiz

Bir kitap okuyorum bu aralar... EST - Hayatınızı Değiştirecek 4 Gün - Luke Rhinehart... Değişik bir kitap, Werner Erhart isimli birinin kurduğu EST diye bir tekniği romanlaştırılmış olarak anlatıyor Luke Rhinehart. AN'da, deneyimleme, gözlemleme ile ilgili bir teknik. Bazı yönleri ile İçimdeki Yolculuk'a da benziyor. Okuyorum henüz.

Burada paylaşmak istediğim, kitaptan kısa bir bölüm var:

"Steven: Daha önce hiç paylaşmamamın bir nedeni de daima önemli bir şey söylemem gerektiğini hissetmemdir. (Halinden anlayan bazı kursiyerlerin gülüşmeleri) Bilirsiniz, gerçekten ne kadar zeki veya kendime güvendiğimi göstererek herkesi etkileyecek bir şey... Veya belki de, ne kadar benzersiz bir şekilde alt üst olduğumu... Bu sabah Don'un bana söz vermesini sağlamaya ve kesinlikle tarih kitaplarına geçmeyecek bir şey paylaşmaya karar verdim. (Gülüşmeler) Paylaşmak istediğim şey burada olmaktan ve sizlerle birlikte olmaktan keyif aldığım... Hepsi bu."

Bu paragrafı okuduğumda, bu blogu yazarken ne kadar da kasıldığımı fark ettim. Evet, blogun bir misyonu var. İçinde bir farkındalık olmalı, doğrudur. Yine de her yazdığım yazının etkileyici - çarpıcı - sarsıcı olması gibi bir zorunluluğum varmış gibi hissettiğimi fark ettim son zamanlarda. Herhangi bir şey, içimden geçen bir şey paylaşırsam sanki değersiz olacakmış gibi...

Tabii ki, bu his, yazıların niteliğini olduğu kadar niceliğini de etkiliyor. Okunmaya değer şeyler yazmak güzel. Yine de bazen sadece yazmak da güzel. Bir misyonu olmadan, ne kadar farkında olduğumu göstermeye kalkmadan, daha ileride olduğumu sanmadan, sadece yazmak...

Sadece bu farkındalık bile bir kitap için yeterli bir armağan...

20 Nisan 2012 Cuma

Burada olmak

Son zamanlarda internet bağımlılığından muzdaribim... Çeşitli bağımlılıklar çalışıyorum bununla ilgili... Uzun süredir TV açmıyorum mesela, internet oyalıyor onun yerine beni... Bu akşam oğlumla yalnızız evde, bir hovardalık yapayım, Yalan Dünya'yı seyredeyim dedim. Anladığım kadarı ile yerli diziler arasında en izlenilebilir olanı o bu aralar... Bütün akşam diziyi seyrederken herşeyi yaptım. Facebook'ta yazıştım, twitter'a takıldım, birşeyler yedim, içtim, hatta bir ara youtube'dan şarkı bile dinledim.

Anladım ki, zihnim, gittikçe daha fazla meşgul edilmek istiyor. Eskiden de "hafif" şeyler seyrederken örgü örerdim mesela ya da fal bakardım bir yandan, ama daha fazlasına ihtiyaç duymazdım "meşgul" olmak için... Reklam arasını beklerdik çay koymak için...

Gittikçe daha mı zorlaşıyor burada (AN'da) olmak, yoksa gittikçe daha kolaylaşıyor gerçeği duymak da ona mı bu direnç?

Denge sarkacına bağlanmışız bir kere... Ortayı bulmak için iki ucu da görmek gerekiyor. Bırakıyorum süreci kontrol etmeye çalışmayı... dibine vuralım bakalım internetin de, dizilerin de, elbet gelecektir orta noktasına...

18 Nisan 2012 Çarşamba

Yaşlılık

Biliyorsunuz 40 yaşımı sürüyorum, daha önceki bir yazımda bahsetmiştim bundan. Tabii bu yaşıma gelirken saçlarım ağarmaya başladı, alnımda, göz kenarlarımda, dudak çevremde kırışıklıklar kendini gösterdi. Çevremdeki yaşıtlarımdan da ufak ufak, botox, radyofrekans, gençleşme bakımları sesleri çıkmaya başladı. Son birkaç yıldır saçlarımı boyamıyorum oysa ki ben. Hoşuma gidiyor geçen, ama yaşanarak geçen yılların kendini göstermesi... "Bu saçları değirmende ağartmadık biz." demek istiyorum günü gelince... :)

Oysa ki dostlar ufaktan hatırlatmaya başladılar "artık saçını boyasan" diye... Ben onların bu tensel gençleşme çabalarına tuhaf tuhaf bakarken, onlar da benim kırlaşan saçlarıma bakıyorlar aynı tuhaflıkla...

Biliyorum ki, yaşlanmak olgunlaşmak değildir. Geçen zaman değildir insanı "ihtiyar" (pir, bilge) yapan, yaşadıklarıdır. Farkındalıkları, hüzünleri, mutlulukları, paylaştıklarıdır... Zaman biz istesek de akıyor istemesek de... Yapılması gereken tek şey keyfini sürmektir... Çabalamak, doğru olanı yapmaya çalışmak, iyi olmak için uğraşmak değildir yaşam... BEN olabilmektir. Ancak böylece insan arkasını dönüp bakmayacaktır. Ancak bu şekilde her bir kırışıklık bir tebessüm yaratacaktır yüzünde...

18 yaşında bir gencin yüzüne baktığımda, o pürüzsüz, kırışıksız, izsiz yüze baktığımda boş bir tuval görürüm daha çok. Henüz belli değildir yüzünden genel mimikleri, gülüşü, hüznü... Dümdüzdür.

O boş tuval, yıllar içinde bir sanat eserine dönüşebilir, keyifle, sevgiyle, akışta geçerse... Ya da bir karalamaca, bir taslak, geçiştirilmiş çiziktirmeler haline de gelebilir... Bu size kalmış...

Eğer tuvaliniz size kötü görünüyorsa, bu sizin gördüğünüzdür, bakış açınızı değiştirin, çizim tekniğinizi değiştirin, renklerinizi değiştirin... Tuvale makyaj yapmak gördüğünüzü değiştirmeyecektir, çünkü onun içini bilen sizsiniz zaten...

Ben kendi tuvalimden memnunum şimdilik... Yılların sadece geçen zaman olarak kalmayacağını, tuvali daha da zenginleştireceğini umuyorum... Adımlarımı BEN diye atıyorum. Pişmanlıklarımı, keşkelerimi temizliyorum gün geçtikçe. Yaşlı ya da genç, kırışık ya da pürüzsüz, düz renk ya da kırlaşmış... Ortaya çıkan tablo BENim... ve  mutluyum bununla...

10 Nisan 2012 Salı

Başarının anahtarı

İş yaşamı ile ilgili daha önce de yazmıştım. Bu aralar iş hayatı yine gündemimde... Geçen haftalarda yaşam koçluğu ile ilgili bir seminere katıldım. Seminer konularından biri de motivasyondu ve motive olabilmek için başarılı olduğumuz/ hedefimize ulaştığımız ANı imgelememizi istediler. İmgeleme'nin kuralları gereği, ne giydiğimden, nasıl durduğuma, kendimi nasıl ifade ettiğime kadar detay detay o ANı inceledim.

Bu uygulamayı yaptırmalarının nedeni girişte de belirttiğim gibi hedefe ulaşılan ANa kilitlenerek motivasyonun kurulması ve duyguların hedefi gerçekleştirmek için itici araç olması. Ancak uygulama bende amacının çok ötesinde bir sonuç yarattı. O detaylı imgelemeyi büyük bir ciddiyetle yaptım ve şok içinde fark ettim ki, kafamda tasvir ettiğim o başarılı kadını SEVMİYORUM, evet, hedefine ulaşmış, işini kurmuş Bahar'ın duruşunu, tavırlarını şımarık, kendini beğenmiş, snop ve ukala bulduğumu rahatlıkla söyleyebilirim.

Düşünebiliyor musunuz, kendi başarmış halini beğenmeyen bir insan nasıl başarıyı yaratabilir? Konu başlığına geliyoruz buradan. Her türlü donanıma sahip işi ile ilgili yeterli olan bir insan neden kendini başarılı hissettiği zamanlardan korkar?

İşte mükemmel bir çalışma konusu. Öncelikle o imgelediğim kadından başlayarak, tek tek, geçmişte kendimi bu tasvir ettiğim şekilde algıladığım tüm anlara gidilecek ve oradaki hisler temizlenecek.

Peki ben böyle olursam ne olur? sorusu deşilerek, arka plandaki (bende baskın olan kaybetme) korkularla kucaklaşılacak:
- ailemi kaybederim
- arkadaşlarım benden hoşlanmaz/ itici bulur
- iyi değerlerimi kaybederim vb.

Geçmişte, ilk kimi başarılı buldum ve o bana bu şekilde davrandı? diyerek, rol modeller varsa onlarla da barışılacak.

Böylece bir adım daha ilerlemiş olursam ne mutlu bana...

Yazmadan geçemeyeceğim ki, hayatımda bana farkındalık getiren, beni sıkıştırarak ya da şaşırtarak bir adım atmamı sağlayan her ANa şükran duyuyorum. Bunlar "hatalarım" da olsa "cesur" ya da "gözüpek" hallerim de olsa, iyi ki varlar ve benim ilerlememe yardımcı oluyorlar...

24 Mart 2012 Cumartesi

Kitap okumak

Aralık ayında Yekta Kopan blogunda sormuştu kitabınızı nasıl okursunuz diye. Geçen süre zarfında bloggerlar işlemiş konuyu, dün de kuzenim sobelemiş beni. Aile içinde ve çevremde tam bir kitap kurdu olarak bilinirim. Elektrik tasarrufu günlerinde mum ışığında, sokak lambası ışığında az kitap bitirmemişimdir. Zaman içinde internet gelişip kitaba rakip olduğunda az savunmamışımdır kitabın nimetlerini...



Tabii bu blogda alışkanlıkları farklı olarak irdelediğim için biraz farklı olacak benim yazım. Bir kere kendime kitap okumayı sorduğumda aklıma ilk gelen İletişim Yayınları'nın sloganı oldu: "Okumak iptiladır. Müptelalara selam." İptila: düşkünlük, tiryakilik... Bir nev-i bağımlılık yani.

İçsel yolculuğumda zaman zaman bağımlılıklarımı çalışırken kitap okuma alışkanlığımı da mercek altına almışlığım vardır. Şehiriçi otobüste kitap okumak mesela... Fark ettim ki, tüm iyi özelliklerinin yanı sıra, bir gösteriş, bir farklı olma çabası, hatta bilgili, kültürlü olmaktan kaynaklanan bir çeşit güçlü olma hali vardı altında.

O zamanki alışkanlığıma baktığımda,  otobüste oturur oturmaz, hatta ayakta yolculuk ederken bile ilk iş kitabımı çıkartıp okumaya başlarken görüyorum kendimi. Sanki çevrem ile bağımı tümden kesmek gibi bir şey. "Ben sizden farklıyım ve sizinle hiç bir koşulda iletişim kurmak istemiyorum" der gibi. Şimdilerde çoğu zaman kitabımı almıyorum çantama, çevreme bakıyorum, dışarıyı seyrediyorum, karşımda oturan teyzeye gülümsüyorum, insanları daha bir seviyorum sanki.

Kitap okumayı hala seviyorum, baş ucum hala kitap dolu, özellikle seyahatlerin ayrılmaz bir parçası benim için kitap. Ama her dönem farklı işte. Kimi zaman romanlar ya da öyküler ön plana çıkarken, bilim kurgu ya da fantastik edebiyat tercihimken, son dönemlerde sosyolojik kitaplar ve şiirler gündemde. İnsanlarla ve duygularla daha içiçeyim bu dönemde çünkü sanırım.

Yine de kitap okumak bir ayrıcalık hala benim için, "toplumu özendirmek gerek kitap okumaya" diye bir misyon üstlenmişim içten içe hala, Pinterest'te de okumak ile ilgili bir tahta (Board) açıvermişim çoktan. Toplumu yönlendiren kişilerin kitap okurken ne kadar az fotoğraflarının olduğu dikkatimi çekti mesela bu tahta nedeni ile, demek ki benim magazinim de bu...

Bu yazıyı yazarken fark ettim ki, benim kitap okuma alışkanlığımın altında bir sınır koyma isteği var, mesela akşam odama çekilip herkesten uzaklaşıp yarım saat kitap okumak, kendime ayırdığım zamanın bir göstergesi, rahatsız edilmek istememenin.

Anlıyorum ki, kitap okumak sosyal bir alışkanlık değil, ancak kendimle geçirdiğim zamanın en güzel göstergesi yıpranmış ciltler ve altı çizilmiş satırlar, hele de satırların yanına alınmış notlar...

İşin doğası gereği ben de Ebru'yu, Arzu'yu, Özlem'i ve Selma'yı sobeliyorum...

26 Şubat 2012 Pazar

Kendini KABUL Ettirmek

Yeni ismimle ilgili açılımlar da geliyor yavaş yavaş. Daha önce Kabul etmek ile Kabullenmek arasındaki farka bakmıştım, şimdi sırada kendini Kabul ettirmek var.

Kabul ne derece edilgense, kendini KABUL ettirmek de o derece güç, çaba, eylem hatta hırs gerektiriyor. Altında sevilmeme, değersizlik ve daha niceleri var. Ait olma ihtiyacı, benimsenme fırsatları da cabası.

Çocukluğumda, yaz tatillerinde falan, başka ailelerin yanında kalmışlığım vardır, zaman geçsin, onların çocukları ile birlikte olalım gibi nedenlerde. Şimdi fark ediyorum ki, o dönemlerde acayip bir kendini kabul ettirme çabası içine girermişim. Yeni bir ortam, yeni insanlar, tanıdıklarımın tanıdıkları, sevdiklerimin sevdikleri... Beni de tanısınlar, beni de sevsinler istemişim. Bu nedenle yaptıklarımı incelediğimde kendimi

- daha ukala
- daha cüretkar
- daha itaatkar
- daha sessiz
- daha geri planda
- daha "sevimli"
- daha hesapçı
- daha insancıl
- daha ilgili

ve bir sürü "daha" gördüm. Bunlardan bazıları iyi gibi görünebilir, tıpkı kendimizi doğal ortamımızda hissetmediğimiz her ANda olduğu gibi, mercek altında hissettiğimiz her ANda olduğu gibi, içten gelmeyen, sahici olmayan her hareket gibi tüm bu "iyi"ler de ruhumuzu zorlayan, biri yoran, sırtımızda taşıdığımız yüklerden başka birşey değildir ki.

Sanırım bu kendini KABUL ettirememenin merkeziydi. Yıllarca yeni bir işe başladığımda sessiz kalmanın, gözlemlemenin, güç dengelerini fark etmenin çok önemli olduğunu düşündüm. Bir yerde yeniyken, ilişkileri bilmezken birinin ayağına basmaktan çekindim hep, taa ki kendimi KABUL ettirdiğimden, sevildiğimden emin olana kadar...

Bu bağlantıları fark etmek bile ne güzel. Artık yavaş yavaş anlıyorum ki, benim kendimi KABUL ettirmem gerekmiyor, çünkü en başta ben kendimi KABUL etmeliyim, kendimi sevmeliyim.

Ne mutlu bu yolda bir adım daha atana...

22 Şubat 2012 Çarşamba

Saf kalabilen ne varsa o bizdendir.

Çocukları düşünün, doğdukları ANki saflıkları ile... İçten içe inanırız ki, zaman içinde herkes masumiyetini yitirir. Hayat yolunda ilerlerken bir yandan üstümüze ağırlıklar toplarız, hayatın içinde kirleniriz, bir yandan bu kirleri temizlemeye çalışırız, arınma amacı ile yollar ararız kendimize...

Bu kirlenme, yozlaşma, bozulma adımlarını, baktığımız her yerde görürüz, çünkü bozulmanın içimizde olduğunu hissederiz içten içe...

Oysa o saflıkla doğan çocuk biz değil miydik? Demek ki, özümüz saf ve sevgidir... Gördüğümüz kir pas sadece yolculuk boyunca üzerimize aldıklarımız, oyun içinde kendimizi kaptırmışlıklarımızdır. Vakti geldiğinde, herkes için, tek tek, vakti geldiğinde, geriye dönüş başladığında temizlik de başlayacak.

Kendi akışıma bakıyorum şimdi. Etrafımda saf kalabilen ne varsa o BENim işte... Bu ister domates olsun, ister süt, ister bir bebek, ister ateş, ister anne sevgisi... SAF olan ne varsa o BENim geleceğim.

Her bir adımda, temizlendikçe, saflık artacak, adım adım...

Saf olan ne varsa o ÖZdür.

21 Şubat 2012 Salı

Yanılsamalar durağı

Marcel Proust,  "The voyage of discovery is not in seeking new landscapes but in having new eyes." demiş, yani "Gerçek keşif yolculuğu, yeni topraklar aramakta değil, yeni gözlerle bakmaktadır." 

Aslında bu aralar kafamı öğrenmeye takmıştım. İnsanın çocukluğunda hızlı bir şekilde akan öğrenme sürecinin yaşı ilerledikçe azalması, hatta neredeyse durma noktasına gelmesi, kendimle sohbetlerimin baş konusu halinde son günlerde. Biliyorum ki, bildiğini sanmak, öğrenmenin en büyük düşmanı. Bu sadece eğitim alanında değil, hayatın her alanında böyle.

Ne zaman hayat artık beni şaşırtamaz demişsem, yeni bir sürprizle karşıma gelmiştir yeni deneyimler, önemli olan şaşırmaya açık olmak.

Bilgi biriktirme dönemimde, herşey hakkında fikrim olsun istediğimden, herşeyden biraz bildim uzun süre. Bilgimi en büyük güç kaynaklarım arasında tuttum, "yeter" bulduğum anda da o konuyu bıraktım. Bazı konuları da "derinlik" kapsamına aldım. "Daha çok, ne çok"larla ilerledim... "Bilmem lazım"larla...

Yine de fark ettim ki, bazı şeyleri çabalamadan öğrendim, bazı şeyleri dinlemeye hep hazır oldum, çünkü onlar benim güç noktamda değil, keyif noktamdaydılar. Keyif noktamda kaldıkları sürece hep öğrendim, taa ki şahkül kayıp GÜÇ noktasına dayanana kadar. O noktada "ben OLdum." yanılsamasına vardım. O durakta da epey bir zaman kaldım, taaa ki, "hiçbir şey artık beni şaşırtamaz" duvarına toslayana kadar.

İşte yanılsamalar durağı da böyle bir yer. O durağa geldiğinizde bir rol yapmaya bürünüyor insan. Bugüne kadar ne olmak istediyse, o olmuş gibi davranıyor. "Biz çok gördük böylelerini" tarzı kahkahalar, "oraları geçeli çok oldu" manidar bakışmaları, sinirleri alınmış bir bilge havası işte bu durağın süsleri. Hayatta varmak istediğimiz nokta ne ise yapay bir orada olma hali: Sanki huzurluymuş gibi, sanki bilgeymiş gibi, sanki OLmuş gibi...

Oysa geçen sene ne diyordum: "Bu kadar spiritüel çalışma, içe dönme, kendini tanıma sonunda anladım ki, öfkelendiğin zaman öfkene izin verecekmişsin." Benim için çok büyük bir adımdı bu. Osho'nun "asla maske takma..." diyerek anlatmaya çalıştığı adım. Hayatta taşıdığım en ağır yük maskelerdir. Maskelerin kaynağı yüzeysel bilgilerdir: varsaymalar, yanılsamalar, beklentiler...

Belki de bu yolun bir sonu olduğu yanılsamasından vazgeçebilirsek, uzun ince yolumuzda gündüz gece ilerlemeye devam edebiliriz yeniden. Önemli olan varılacak yer değil de yolculuğun kendisidir belki de...

1 Şubat 2012 Çarşamba

Kabul olsun benim adım...

İsimlerimizi ailelerimiz veriyor bize... Anlamlarının hayatımıza etkileri malum... İsmi Sarp olan, "kolay" bir insan gördünüz mü hiç? Adı Nazlı olup da kırılgan olmayan içinde? Öğretmen olan bir teyzem hep derdi Mehmet'ler çalışkan olur diye...

Biz kadınlar evlendiğimizde soyadımız değişiyor bir de... Ben kendi adıma "yeni" ismime 10 senede alıştım. Uzunca bir süre ilk ismimi bırakamadım, ikisini bir arada kullandım, ancak 10 sene sonunda ilkine tutunmayı bıraktım, ikinci ismime geçtim.

Paulo Coelho'nun Beşinci Dağ adlı romanında bir bölümde bir şehrin yıkıntılarından onu tekrar kurmak isteyen insanlardan bahsediliyor. Bu insanlar yıkıntılardan yeni bir hayat yaratacakları için yeni isimler seçiyorlar kendilerine. Kimi kişisel menkıbesi ile alakalı, kimi geçmişte veda ettikleri ile, kimi gelecekten beklentileri ile ilgili isimler seçiyor.

Sevgili ZSG, hayatında "almak" ile ilgili konuları aşarken "Alan" ismini seçti kendine, ZASGE oldu artık. Bir başka arkadaşım "Sevgi" ismini seçti kendine. Bazıları internetle tanıştıkları zamanki rumuzları ile anılmayı tercih ettiler, Felix ve Sonsuz gibi... Eğer isimlerimizin üzerimizde bir etkisi varsa, ki neden olmasın SÖZ'dür en azından, neden bu etkiden istediğimiz yönde yararlanmayalım?

Bir süredir ben de bir isim aramaktaydım kendime... Bundan sonraki yolumda bana arkadaşlık edecek, yönümü bulmamda yardımcı olacak... Bana yakışacak, taşıyabileceğim, içime uyan... Bugün bu ismi verdi bana içim: KABUL.

Ne güzel, bakalım ilk defa kendim için kendimin seçtiği bu isimle neler yaşayacağım? KABUL edebilecek miyim onu? Göreceğiz... 

22 Ocak 2012 Pazar

Bütünün içindeki bir, Bir'in içindeki bütün

Bir düş gördüm desem, bir hayal ya da... Bir askerim, bir savaşa katılacağım, geri kalan tüm askerler ateşten bir sel gibi akıyorlar, benim de bütün OL'mak adına o ateşe atılmam gerekiyor. Oysa o davaya inanmıyorum, geri de dönemiyorum, serde kahramanlık var, ileri de gidemiyorum içim atmıyor.

Ne kadar mecazi, bütünle karışıp BİR olmak istiyorum, ama bütünler bir olmadığımı düşünüyorum. Görünürde bir olsam da o ateşle akamayacağım zaten, sadece rol yapacağım. Özünde bütün olamadığımı bileceğim hep.

Soruyorum kendime, bu bir çıkmaz ise, ne anlamam lazım buradan çıkmak için? Önce kendimle BİR OL'mam lazım. Kendimi bilmezsem bütün olamayacağımı anladım. Önce kendimle BİR OL'malı, sonra kendimle BÜTÜN OL'malı, daha sonra BÜTÜN zaten BEN'le BİR olur.

Anladım ki, çabamız BÜTÜNe karışmaya çalışmak değil, zaten çaba varsa BEN yokum. Kendi içimizdeki BÜTÜNü bulmak yönünde akmalı insan. BEN kendi içimde BİR olabildimse, BÜTÜN de benim demektir. Aksi durumda hep yarım hissederim kendimi, hep bütünde ararım beni tamlayacak yerleri, önce ben tam olduğumu anlamalıyım.

Çok mu kelime oyunu gibi geldi? BİLMEM. Ben ANladım en azından... 

6 Ocak 2012 Cuma

Ey Özgürlük II

"Seni özgürleştirdiğini sandığın şey, aynı zamanda seni esir kılan şeydir." Dün bulaşıkları kaldırırken bir anda içimden çıktı bu söz. Haftada 3 akşam bana gelip yemek vb. işlerine destek veren bir yardımcım vardı, artık ihtiyacımız kalmadığını düşündük, yollarımızı ayırdık.

Dün sabah fark ettim ki, bu sayede, temiz tabaklarımı istediğim zaman kaldırma, bulaşıkları istediğim zaman yerleştirme özgürlüğüne sahip oldum. Ne tuhaf ama. Akşama kadın gelecek diye kendimi kasıp bulaşıkları toplama ya da toplamama isteğime gem vururmuşum meğer.

Evde hazır yemek var diye dışarıda yememek ya da elime para geçtiğinde kaybedeceğimden daha çok korkmak gibi bu da özünde beni özgürleştireceğini sandığım konuların beni kendine esir etmesine bir örnek.

Eşim can sıkıntısından yap-boz yapar, ama yap-boz bitene kadar başından kalkmaz, kasar. Amaç can sıkıntısına çare bulmaktır, ama çare can sıkıntısı yapar bir süre sonra.

Internet bizi dünyaya bağlar, ama dünyayı unutup internette yaşamaya başlıyorum bir süre sonra.

Dönüp dolaşıp farklı yollardan aynı noktaya çıktım yine. Ne istediğinin farkında olmak, ne istemediğini, neden istemediğini bilmek. Yoksa dönüp dolaşıp özgürleşmek adına esir olmak işten bile değil.

1 Ocak 2012 Pazar

Okulda Şiddet

Facebook'ta bir arkadaşım sormuş: "Çocuğunuz okulda şiddet görüyorsa, ona ne önerirsiniz? nasıl davranırsınız?" özetle soru bu. Cevaplara baktım, içim burkuldu. İstisna cevapları ayırıyorum, genel olarak cevaplar ikiye ayrılıyor:
1) Şiddete şiddetle karşılık verelim türü: Anlayacağı dilden cevap verelim, çocuğu okuldan alsınlar, kendi çocuğumuza savunma amaçlı dövüş dersi aldıralım... vb.
2) Etiketleme içerikli: O şiddet gösteren çocuk güvensizdir, patolojiktir, ailesi de şiddet gösteriyordur, psikolog desteği görmelidirler vb.

Bu cevaplar bana dokundu, çünkü evet, benim çocuğum da zaman zaman okulda arkadaşlarına vuruyor, ısırıyordu. Evet, evde "şiddet" görmüyordu, sevgisiz ya da güvensiz bir çocuk değildi, üstelik kendini geliştirmeye çalışan, ona karşı duyarlı bir anne-babaya sahipti.

Bu durumda ilk olarak aynalık devreye girdi bende. Kendi içimdeki şiddet gören/ gösteren yanla barışma yoluna gittim, çocukluğumdan bu yana, şiddet barındıran anları gördüm, sevgiye dönüştürdüm, temizledim.

Sonra KABUL ettim, çocukların da birey olduğunu, karakterleri olduğunu, kendilerini ifade biçimleri olduğunu KABUL ettim. Sadece evinde değil, okulda da insanlarla bir araya geldiğini, oradaki kişilere de sesini duyurmak için yöntemler geliştirebileceğini KABUL ettim.

Sonra şiddet tanımımı geliştirdim, kaba kuvvetten sonra ince kuvvetle de barıştım, ironiyi, yani dille şiddeti bırakmaya niyet ettim.

Bitti mi? Bitmedi, hala ara ara baş gösteriyor okuldaki kavgalar. Önümdeki eylem planı aşırı korumacı annelerle barışmaktı. Bu tartışma sayesinde kapı daha çok açıldı, sağolsun önce "Sonsuz" arkadaşım, sonra da ona cevap yazan herkes, içimdeki etiketleyen yan ile barışmak varmış sırada... "Aşırı korumacı anneler" de benim etiketlerimden biri ne de olsa, "zor öğrenen", "yüzeysel", "düşüncesiz", patavatsız" gibi pek çok etiketimden biri...

Ne güzel, yola devam...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...