23 Aralık 2014 Salı

Kendine izin vermek

Bugünlerde benim için en önemli konunun "kendine izin vermek" olduğunu düşünüyorum... Bundan önceki evrelerde kendini affetmek, kendini kabul etmek gibi aşamalarım olmuştu... Bu evrenin konusu izin vermek oldu...

Aynalarıma baktığımda kendine, hissettiklerine izin vermeyen insanlar görüyorum...

Sanırım bütün suçluluk hislerinin çözümü bu izin verme durumundan geçiyor...

Ben kendime rahat olma izni veriyorum.
Ben kendime kendim gibi olmama, kendim gibi görünememe izni veriyorum.
Ben kendime kaçma izni veriyorum.
Ben kendime huysuz olma, sinirli olma izni veriyorum.
Ben kendime şikayet etme, elimdekilerden memnun olmama izni veriyorum.
Ben kendime bana verilenleri alma izni veriyorum.
Ben kendime başkalarının yardımına muhtaç olma izni veriyorum.
Ben kendime saygı duyulacak biri olmama/ olamama izni veriyorum.

Ben kendime yaşama, hayatta olma, hayatın bana getirdiklerini alma ve kabul etme izni veriyorum...

Bu da 2015 yılı için kararımdır:
Bu yıl kendime tüm olduğum şeyleri olma ve olmadığım şeyleri de olmama izni veriyorum...

17 Kasım 2014 Pazartesi

Rekabet Faktörü

İktisat dersleri okuyanlar bilirler. Rekabet kapitalist düzenin en önemli parçalarından biridir. Serbest piyasa ekonomileri, arz - talep dengeleri falan filan işte... Hepsinin başı serbest rekabettir...

Tüketici için rekabet arz - talep dengesinin alıcı lehine sonuçlanması için harika bir durumdur... İnsan gelişimi için de biraz rekabetin faydalı olduğunu rahatça söyleyebilirim...

İşimi iyi yapıyorum, severek yapıyorum, paramı keyifle kazanıyorum... Bu konuda bir sıkıntım olmadığını düşünüyordum. Gel gör ki, iş yaptığım sektörde rekabet arttıkça benim iç dünyamın çalkantıları beni yerden yere vurmaya başladı... İlk defa geçen sene fark ettim bu durumu... Oysa ki, piyasada uzun süredir bulunan ve artık marka olan bir işi yürütüyorum ve attığım doğru adımların sonuçlarını da birebir iş hacmimde görebiliyorum. Yine de, hele de insanların rakiplerinin neredeyse tüm adımlarını birebir görebildiği bu dijital çağda rekabetin attığı her adım sanki benim kalbime basılıyor.

Bu konu ile ilgili öncelikle yetersizlik algımı, hatta her kim olursa olsun, rakibin benden daha iyi düşüneceği, benden daha doğru adımlar atacağı inancımı görüyorum... Özellikle yüksek sermaye ile atılmış adımlar beni son derece telaşlandırıyor...

Kendimi yatıştırmak için arzın çok fazla olduğu benzer sektörlere göz atıyorum. Her arzın kendi talebini oluşturacağı, kişilerin tatmin duygularının beklenti ve ihtiyaçları ile doğru orantılı olduğunu kendime hatırlatmama rağmen rekabet korkum ufacık bir kıvılcım ile yeniden ateşleniyor...

İçimin en kötücül parçası bütün rakiplerimin ortadan yok olmasını istiyor. Altında pek çok yaşanmışlıklar, paradigmalar ve beni çok daha huzurlu ve tatmin edici bir iş yaşamına götürecek pek çok farkındalık yatıyor, biliyorum.

Rekabet ile birlikte, herkesin kendini gerçekleştirebileceği, mutluluk ve keyif ile değer üretebileceği, birbirini geliştirerek yaratabileceği bir iş ortamı yaratmak için sonsuz ve sınırsız olasılıklar nelerdir? Böyle bir dünyada yaşamak nasıl olurdu? Ben böyle bir ortamda keyifle yaşayabilmek için neleri anlamalı ve dönüştürmeliyim? Başarı ve tatmin duygusunu birilerini yenmeden yaşamak için nasıl bir dünya yaratmalıyım?

27 Ekim 2014 Pazartesi

Bağışladım ben hepsini, hem seni, hem de kendimi...

Bağışla, beni affet, kusura bakma, özür dilerim, hatta pardon... Aslında affetmek ile ilgili epey sözcük var dilimizde...

Affetmek  ile ilgili çok yazıp düşündüm, düşünüp yazdım, ama bugün Reyhan'ım kırmızım "Bağışla"yı yazmış 6 dakika yazılarında... Öncelikle fark ettim ki, bağışlamak kelimesi benim neredeyse hiç kullanmadığım bir kelime... Sanırım tek istisnası "Allah bağışlasın." Neden kullanmadığıma takıldı kafam... Beni rahatsız eden bir şey var bu sözcükle ilgili... Hemen ilk adrese uğradım tabii TDK.

Kelimenin 2. anlamı imiş beni rahatsız eden... Hemen aktarıyorum:

"Herhangi bir kötü davranış için ceza vermekten vazgeçmek, affetmek"

Ceza vermekten vaz geçmek anlamına geliyor aslında bağışlamak... Ben kimim, ne haddime düşmüş birine ceza vermeyi düşünmek? Bu nedenle "bağışlama" kelimesini kullanmaktan imtina ediyorum...

İyi hoş da, gerçekten ceza vermiyor muyuz acaba kimseye? Ona küserken, ilgimizi geri çekerken, surat asarken, hatta hayatımızdan çıkartırken... Altında yatan ince amaçlardan biri de cezalandırmak değil mi? En azından yokluğumuzda değerimizi anlaması olamaz mı gizli amacımız? İçin için haddini bildirmek istemiyor muyuz acaba?

İşte böyle, "bağışladım ben kendimi" diyebilecek miyim acaba günün birinde? Ne güzel oturdu, değil mi? Günün birinde kendimi cezalandırmaktan vazgeçebilecek miyim?

Görsel: The Far Voices Of The Whales by Marta Bevacqua

24 Ekim 2014 Cuma

Paran Kadar Konuş

Para ile ilgili çok çalıştım... Para ile ilgili içimdeki pek çok kayıt/ paradigma konusunu fark etmeye uğraştım. Para kazanmak, kazanamamak, bolluk, parasızlık korkusu, para - güç ilişkisi, para - başarı ilişkisi...

Paranın nefes gibi olduğunu, ihtiyacımız olduğunda bizim için yeterli miktarda para olacağını, biriktirme, saklama çabalarının para akışını tıkadığını...

Dediğim gibi, para konusunda çok çalıştım...

Yine de bugün oğlumun okul seçimi konusunu kafamdan tekrar geçirirken kendimi beğenmeyen yanım içimden "Paran kadar konuş" dedi bana...

Yolun ne kadar başında olduğumu anladım bir daha... Son derece "aşağılayıcı" bir kayıt daha içimden çıkan...

PARAN KADAR KONUŞ.

Demek ki, paran yoksa konuşamazsın, hakkını savunamazsın... Paran yoksa talep edemezsin.

Para sadece güç değil yani... Özgürlüğe açılan kapı imiş zihnimde... Sadece, "çalışarak para kazanmak" zorunda olmanın getirdiği "günü kaybetme" mecburiyetinden de değil... Günün geri kalan zamanlarında da paran yoksa yoksun...

Oysa ki, benim konuşmam, haklarımı savunmam, özgürlüğüm param ile ilgili değil. Ben her halimle istediğim kadar konuşabilirim, sadece konuşmakla kalmam içinde bulunduğum ve beğenmediğim bir durumu değiştirebilir ya da kabul edebilirim.

Sevgili "Paran kadar konuş" kaydım, seni görüyorum. Bugüne kadar bana hizmet ettin, teşekkür ederim. Artık sana ihtiyacım kalmadı... Seni hiç yaratılmamış hale gelene kadar ışıkla yıkıyor ve uğurluyorum.

1 Ekim 2014 Çarşamba

İnanç, batıl inanç, saygın inanç...


İnanç özgürlüğü, son yılların önemli konu başlıklarından biri... Kelime daha fazla kullanıldıkça, benim de kafamın içinde yuvarlanıp dönmesi arttı. En başta da inanç kelimesinin içinde barındırdıkları...

Öncelikle Türk Dil Kurumu'na bakmak lazım, inanç ne demek?

1. isim Bir düşünceye gönülden bağlı bulunma
"Bilhassa kadınlar arasında hurafeye inanç fazla buralarda." - F. Otyam
2. Birine duyulan güven, inanma duygusu
3. İnanılan şey, görüş, öğreti
"Kendi getirdikleri inançtan başka her şeye kapalıdır zevkleri." - N. Ataç
4. din b. (***) Tanrı'ya, bir dine inanma, akide, iman, itikat
"Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir." - Anayasa
Tabii aslında bir kelimeyi türediği kelime ile açıklamak sözlüklerin içinde düştüğü önemli hatalardan biri... "İnanç, inanılan şeydir." nasıl bir tanım ki... Bu durumda "inanmak nedir" diye baktım haliyle...

Aklımdakine en çok uyan tanım şu oldu:

3. Bir şeyin varlığını, doğruluğunu kabul etmek
"Bu başın bir kadına değil, bir hamala ait olduğuna inanmak zor değildi." - P. Safa

Aslında inanç kelimesinin anlamı için de kafamda kurcaladıkça en çok oturan husus, inanma objesinin yani inanılan şeyin ispatlanamaz olması... Bir şeye inanabilmek için, o şeyin pozitif bilim, somut olaylar vb. tarafından kesinliğinin olmaması gerekiyor her şeyden önce... Yani hiç kimse yağmura inandığını söylemiyor ya da "kapının varlığına inanıyorum" diyen birisine hiç rastlamadım.

Çünkü somut olan zaten vardır, en azından içinde yaşadığımız dualite dünyasında varlığının ispatı gerekmez, çünkü 5 duyumuzla anlarız varlığını... Demek ki, bir şeye inanmak için 5 duyumuz ile varlığını anlayamamamız da gerekiyor.

Bu durumda inandığımız şeylerin varlığını aslında ispatlayamıyoruz, ancak sezebiliyor, hissedebiliyor ya da mantık yürütme ve benzetme yolu ile bulabiliyoruz...

Bu durumda, algının kapılarındayız demektir... Bu kapıdan herkes kendi şekli ile ve kendi hazır oluşluğu ile geçer, herkes hazır olduğu kadarını görür ve anlar...

Fuzûlî'nin çok sevdiğim bir dörtlüğü var... İnanç özgürlüğü hakkında düşündükçe o söz daha sık geliyor aklıma:

"Karıncayı bile incitmem” deme! 
Bile’den incinir karınca; 
Söz söylemek irfan ister 
Anlamak insan...

Oysa biz inanç özgürlüğünü savunurken bile inançları kategorize edebiliyoruz güzelce... Boş inanç, batıl inanç, hak inanç, genel olarak kabul gören inanç...

Eğer inanç özgürlüğünden bahsediyorsak, herkesin inancına eşit derecede saygı göstermemiz gerekiyor... İlkel kabilenin inancının benim inancımdan daha az doğru olduğuna inanmama sebep olan boş inançlarım... Hepinizi görüyorum... Bu inançlarıma bugüne kadar sarılırken altında sakladığım büyüklenmelerim, kibrim, eğitimin, bilginin, medeniyetin beni diğer insanlardan üstün kıldığı sanrılarım... Hepinize teşekkür ediyorum, artık size ihtiyacım kalmadı...

Ben her insanın birbirine eşit olduğunu ve dolayısı ile her insanın inancının eşit derecede saygıya layık olduğunu kabul etmeyi seçiyorum...

17 Ağustos 2014 Pazar

Tüketmek



Tüketim falan dedim, kafama takıldı tabii...

"Evrende hiçbir şey vardan yok olmaz, yoktan da var olmaz." demiş Lavoisier, enerjinin korunma yasalarını sayarken... Genel olarak kabul gören bir teoridir, çünkü enerjinin yok olmayıp dönüştüğü ispat edilmiştir...

Bu kanun sanırım "tüketim" dediğimiz süreç için de uygulanabilir. Ne de olsa o ANda "tüketmek" kelimesini kullandığımız her ne ise onu bir şeylere dönüştürme prosesindeyiz aslında...

Yediğiniz bir yemeği alalım, bu yemeği tüketmiyoruz aslında... Kimimiz (yeme iç motivasyonuna göre) vücudunda yağa dönüştürüyor, kimimiz karın ağrısına (gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır ya baş), kimimiz endişe ve vesveseye (ya yarın bunu bulamazsam), kimimiz de mutluluğa, neşeye, keyfe dönüştürüyor...

Eğer ANda değilsek yaptığımız eylemin adı TÜKETİM olarak kalmaz sadece, iyi bir şeye dönüştürmemiz zor bu enerjiyi...

Keyfe...

Bir fincan kahvenin düşündürdükleri ya da tasarruf var mıdır?

"Hayat kısa, kahvenin keyfini çıkart."
Fikir Sahibi Damaklar bugün bir durum güncellemesi paylaşmış Facebook'ta, üzerinde düşündüğüm hatta daha önce yazdığım konulardan birine parmak basmış:

"kahve dedik, hatırlayacaksınız, ne kadar içiyorsunuz diye sorduk (http://goo.gl/MhVCMH). zira derdimiz ‪#‎dikkatli‬ bir usulse, zira derdimiz üreticisine de tüketicisine de adil yaklaşımları desteklemekse, hele kahve de elzem olan değil de, lüks kategorisinde olansa... pratiğimize onu katmamak, ‪#‎dikkat‬'e onunla başlamamak kabil değil.

şimdi diyoruz ama acaba ne dersiniz: bu ‪#‎dikkatliPazar‬ kahvemizi içerken bir dursak ve hesaplasak, en fazla ne kadar tüketiyoruz ve en az ne kadar tüketmeye razıyız?
bu hesabı yaparken hangi kahveyi nasıl bir durma/yavaşlama anında içeceğimizi de düşünsek. yani yolda bir yerden bir başkasına yetişirken ya da koşturma arasında yudumlarken değil de, lüks bir ürün olduğunun idrakıyla her yudumunun hakkını vereceğimiz saatlerimizi... bir plan yapsak. ne dersiniz? ve bu ‪#‎dikkatliPazartesi‬'den başlayarak uygulamaya koysak.
ne dersiniz? başlasak mı?"

Şimdi gelelim yazının çağrışımlarına ya da başka bir deyişle tasarruf konusuna... Aslında bu konuda da daha önce yazmıştım, ama yıllar içinde hep değişiyor insan, bakalım şimdi nereye götürecek bu sohbet bizi...

Tasarruf eylemi "tehlikeli" bir konu, çünkü altında ciddi korkular barındırıyor:
- Kıtlık
- Aç kalma
- Biriktirme/ AN'ı erteleme/ yarına saklama, yani bugünü yaşayamama eylemi

ve tabii egosal bazı alanları da bol bol besliyor:
- bilinçli, kültürlü, ileri görüşlü vb. olarak "diğerleri"nden üstün olma halini mesela...

Bu durumda ne yapacağız peki, deli gibi tüketime mi saracağız kendimizi? Günde 8 fincan kahve içip bütün ışıkları ve muslukları açık mı bırakacağız?

Her şeyden önce ilk aklıma gelen dilimizi düzenlemek yeniden... Tüketmek kelimesini kaldırmak hayatımızdan... Onun yerine tadına varmak kelimesi uygun olabilir belki? Kahve tüketmek başka bir şeydir, kahvenin tadını çıkartmak bambaşka... Her zaman olduğu gibi AN'larımızı taçlandıracağız yaptığımız eylemlerle... En basit işlerimizi TUTKU ile yapacağız... ve açık büfeden ayrılacağız yavaş yavaş, özellikle de alışkanlıklarımızın açık büfesinden... Hep öyle yaptığım için yapmayı bırakıyorum ben işleri yavaş yavaş... O ANda ihtiyacım olduğu için/ istediğim için/ gerekli bulduğum için yapıyorum. O AN karar alarak ve farkında olarak yapıyorum... Kullanmadığım aletin fişini pirizden çekerek tasarruf yapıyorumdur belki, ama o alete aslında ihtiyacım olmadığının farkına varıp onu satın almayarak çok daha büyük bir tasarruf yapmış olabilirdim... Ne dersiniz? Alet işler el övünür, ama bazı şeyler emek ile daha güzel sanki?

Sana ne desem boş...

Murakami'nin 1Q84'ünü okuyorum bu aralar... 1250 sayfalık bir kitap olduğu için epey de oyalıyor beni haliyle... Haftalardır okuyorum yani... Yine de bu cümleyi gördüğümde vuruldum: "Açıklanmadığı zaman anlayamıyor olman, ne kadar açıklanırsa açıklansın anlayamayacağın anlamına gelir."

Pozitif bilimlerden gelmiş olan insanların (ben de buna dahilim tabii yüksek mühendis olarak) bu lafa uyumlanması epey bir zaman alıyor... Çünkü bize en başından sebep-sonuç ilişkisi kurmak öğretiliyor, rasyonalize ederek büyüyoruz isteklerimizi... Buradan saptığımız tek nokta - o da yeni nesil ebeveynlikte hepten ortadan kalktı - "çünkü ben öyle diyorum" diyen anne-babalarımızdı...

Çok basitinden başlayacağım, duygulardan... Sevgi böyledir mesela... İçinizden gelmiyorsa bir çocuğun başını okşamak, açıklanması olanaksızdır... Gözyaşlarını zorla akıtamazsınız (soğan hariç)... Yüreğinizde bir noktaya dokunması gerekir... Dokunmuyorsa, "sen burada tam olarak neye ağlıyorsun şimdi?" diye sorsanız da anlayamazsınız.

Ama daha ötesi de var... Sezgi deyin adına, biliş deyin... Böyledir... Anlamadıysanız bir bakışta, anlatılamaz... Hiç anlamayacağınız anlamına gelmez, belki de vakti vardır... Zamanı gelince anlarsınız belki.... Ama kendiliğinden olmalıdır, şartlar uygun olduğunda... Açıklanarak olmaz...

İşte bu nedenle herkes kendi yolunu bulmalıdır....Çünkü herkesin yolu, kendi anladıkları ile örülür... Buda'nın nirvanaya erdiği yol, onun yoludur... Onu takip ederek ancak papağan olabilirsiniz... Yürekte hissetmek başka bir şeydir... Yüreği dinlemek gerekir öncelikle... Dinle, anladığını uygula ve yola devam et...

Bu kadar basit...

10 Ağustos 2014 Pazar

Eş anlamlı - zıt anlamlı

Azınlık
Farklılık
Bütünlük
Aidiyet
Gruplaşma
Kamplaşma
Birlik olma
Etnik grup
Irkçılık
Cemiyet/ sosyal grup
Yalnızlık

İşte günlerdir konuşulan, üzerinde düşünülmesi gereken kavramlardan bazıları... Böyle alt alta yazılı görünce dualitenin gücünü daha iyi anlıyor insan... Bu sözcüklerden bazıları "iyi" bazıları "kötü" olarak şartlandırılmış zihnimde mesela. Hangileri eş anlamlı, hangileri zıt anlamlı gruplanabilir gibi duruyorlar, ama aslında o kadar da kolay değil uğraşmaya, düşünmeye, sorgulamaya başladığınızda...

Hepsi iç içe... Koskocaman bir BULUT sanki...

Anlamlar sözlüklerde değil zihnimizde... İçimiz kadar temiziz... İçimiz kadar güzel...

Açık Büfe


Son günlerde seçim süreci yaşıyoruz ve bazı başka özel şartlar hakim hem dünyada hem Türkiye'de... Şu günlerde belli başlı bazı kelimeler daha fazla kulağıma çalınıyor ve benim üzerimde biraz düşün diye göz kırpıyor bana... Hepsi farklı titreşimleri ve deneyimleri ile geliyorlar üstüme üstüme... Sanki artık hiçbiri okulda öğrendiğim anlamında değil, sözlük anlamını da taşımıyorlar... Bambaşka derinliklerde alternatif anlamlara gelmiş durumdalar...

Seçim mesela... Alternatifler arasından seçmek yani... Oysa sonsuz ve sınırsız olasılıklar dünyasında yaşıyoruz... İhtiyacımız olan seçmek değil, ne istediğimizi bilmek... Herşey dahil bir otele gittiğinizi düşünün, açık büfe yemeğe... Tabaklar dolusu yemekler vardır önünüzde, çeşit çeşit... Karnınızı doyurmak için yapmanız gereken seçmektir yalnızca... Çok basit, kolay bir süreç... Ama işte tam da bu noktada unutursunuz aslında kim olduğunuzu, aklınıza bile gelmez aslında ne istediğinizi sormak içinize... gerçekten ne istediğinizi? Yüzlerce yemek vardır önünüzde size sınırsız olanaklarınızı unutturacak... Bazen sevdiklerinizi seçersiniz çok sayıda alternatif arasından, bazen kendinizi kaptırır doldurursunuz tabağınızı denemek istediklerinizle... Bunlar genellikle başka bir yerde bulamayacağınızı düşündüğünüz yemeklerdir. Bu fırsatı kaçırmak istemezsiniz... Bazen "rejimde"sinizdir, canınız pek çoğunu çektiği halde bir kaç "sağlıklı" alternatif ile idare edersiniz.

Oysa çok nadiren, önce içinize dönüp "ben bu akşam aslında tam olarak ne yemek istiyorum?" diye sorarak gelirsiniz yemek salonuna... Basit bir çorbadır bazen istediğiniz pek çok tantanalı yemek arasında ve onu seçer, istediğinizi almanın tadını çıkartırsınız... İşte sadece o anlarda "bunu seçerek neleri kaçırdım acaba?" diye sormayı bırakır zihniniz ya da siz onu dinlemezsiniz, çünkü tam da istediğiniz yerdesinizdir.

Hayatta AN'ı yaşamaktan bizi alıkoyanlar da işte tam bu açık büfe seçimlerdir. Önceden hazırlanılmamış, sadece önümüzdeki tepsinin içindekiler... Değerlendirmezsek bir daha bulamayacağımızdan korktuğumuz, ama aslında o AN'da istemediğimiz şeyler... Kendimizi yapayca ŞANSLI hissederek yetindiklerimiz...

Belki başlangıçta açık büfede istediğimizi bulamayacağız, ama kim bilir belki de bir dahaki sefere yandaki alakart lokantaya girmeyi tercih edeceğiz ya da evren bu küçük alıştırmamızda bizi ödüllendirecek ve tam da istediğimiz yemek çıkacak karşımıza...

Bu bir elindeki ile yetinmek - yetinmemek yazısı değil... Bu sadece istemediğimiz kalabalık açık büfeleri bırakıp istediğimiz BOLLUK ve BEREKETi yaratmak egzersizi... çünkü evrenin bize ihtiyacımız olanı vermesi için öncelikle bizim onu istememiz gerekir...

Önüme sunulan alternatifler arasından seçmeye % 100 EVET.
Önüme sunulan alternatifler arasından seçmeye izinliyim.
Ben ne istediğimi bilip ona göre istemeyi ve tam da onu yaratmayı seçiyorum.

24 Temmuz 2014 Perşembe

Ticaret kötü bir şey mi?

Birkaç ay önce, belli bir ücret karşılığında bir seminer düzenlediğimiz için iş yerimi "ticarî" olmakla suçlamıştı bir kişi... Geçen gün de Facebook'ta doğal ürünler üretip satan bir küçük işletmenin "biz ticarethane değil aileyiz." tarzında bir yorumunu gördüm... Bu ticaret - ticarî - ticarethane kelimeleri uzun süredir aklımı kurcalıyordu, yazayım bakalım neler çıkacak dedim...

Öncelikle TDK ne diyor bu konuda ona bakmalı...
Ticaret:
1. isim Ürün, mal vb. alım satımı
"Ne ziraat ne ticaret için kâfi nüfus kaldı." - F. R. Atay
2. Kazanç amacıyla yürütülen alım satım etkinliği
"Yolcuların çoğu çıkmış, artık ticareti dönüşe bıraktım." - Y. K. Karaosmanoğlu
3. Bu etkinlikle ilgili bilim
4. Alışveriş sonucu elde edilen, yararlanılan fiyat farkı, kâr

Ticarethane:

isim Ticaret işlerinin yürütüldüğü yer
"Ben gazeteciyim. Bir ticarethanenin sahibiyim." - N. F. Kısakürek

Yani bir kişi bir ürün/ hizmet karşılığında bir ücret aldığında bu işleme ticaret deniyor. Bakkaldan süt, manavdan elma aldığınızda, bu esnaf ticaret yapıyor. Bu kısımda bir sorun yok, çünkü ortada bir mal var. Herkes biliyor ki, bakkal/ manav kendi de o ürünü bir ücret karşılığında alıyor ve üzerine bir miktar kar koyarak satıyor. 
Ne zaman ki iş satın alınan bir maldan çıkıp da hizmete geliyor, işte o anda "ticarî" olmak bir kabahat sayılmaya başlıyor... Hele de bu hizmet çocuk, eğitim, din gibi hassas konularla ilgiliyse... Oysa ki hayatta hepimiz belli işlerle uğraşarak para kazanmak durumundayız. Bunun için hepimiz hayatımızın bir süresini ayırarak çalışıyoruz. Bu durumda neden bazı insanlar sattıkları ürünlere bir bedel belirleyip satabilirken diğer bazılarının bunu yapması aynı kelime ile (ticari) ayıplanıyor?

Sanıyorum bunun altında yatan en önemli sebep kendi emeğimizin bize yeterince DEĞERLİ gelmemesi...

- Ben değerliyim.
- Benim zamanın değerli.
- Ben ürettiğim işe bir değer katıyorum.
- Benim ürettiğim işe kattığım değerin gerçekleşmesi sırasında benim KEYİF almam ya da bu işlemin benim için çok KOLAY olması, bu ürün/ hizmetin değerini düşürmez.
- Ürettiğim hizmetin değerini ben kendim belirleyebilirim. Bu hizmeti bu ücrete alıp almamak ise alıcının kararıdır. Alıcının benim belirlediğim ücreti vermek istememesi benim ürünüme biçtiğim değeri düşürmez.
- İnsanın keyif aldığı ve kolaylıkla gerçekleştirdiği bir işten para kazanmasında yanlış bir şey yoktur. Aksine alınan keyif o hizmetin/ ürünün kalitesini arttırabilir.

Bunlar ilk tespitlerim... Tabii ki bunun altında da bazı kayıtlarım yatıyor. Ben bu kayıtları da görmek ve değiştirmek niyetindeyim.
- Paranın ancak yorularak kazanılacağı konusundaki inançlarım,
- Para kazanmanın, para almanın ayıp olduğu konusundaki inançlarım,
- Bir şeyi amatör olarak yapmanın daha iyi olduğu konusundaki inançlarım,
- Ticaretin kötü, hileli, haksız kazanç içeren bir şey olduğu konusundaki inançlarım,
- Kar etmenin, çok para kazanmanın yanlış bir şey olduğu konusundaki inançlarım,

Hepinizi görüyorum. Bu güne kadar bana verdiğiniz hizmetler için size teşekkür ediyorum. Sizleri bu güne kadar karanlıkta bıraktığım için özür diliyorum. Artık size ihtiyacım kalmadı... Sizleri ışıkla yıkayarak hiç yaratılmamış hale getiriyorum.

Bu günden sonra işime, emeğime, ürettiğim ürüne hak ettiği değeri biçmeyi, bunu talep etmeyi, kolay ve keyifle para kazanmayı başlatıyorum. Ben buna izinliyim...


26 Haziran 2014 Perşembe

Beni bağlamaz

Ne yazık ki, artık hiçbir şeye ağzım dolu dolu "Beni bağlamaz" diyemiyorum... Her şeyden ben sorumluyum, biliyorum çünkü... Görüyorsam, duyuyorsam, hissediyorsam bu benim suçum EVET... Var OLan her şey benim bir parçam... Hepsi ben yarattığım için orada... Bana bir şey göstermek, bir şey anlatmak için... Üstelik bunu KABUL etmem de yeterli değil. "Evet, suçluysam suçluyum, ne yapalım?" deyip bir kenara çekilme zamanı değil. Yüreğimde yer açmam, o kısmı aydınlatmam, anlamam, hatta sevmem gerekiyor.

Kulağını tıkayıp gözünü kapayıp susup oturmak yetmiyor artık, üç maymunun modası geçti.

Korunmak da yeterli değil, uyumlanmak lazım, alışmak değil de tam olarak, BİLMEK işte biraz...

BİRLİK'e giden yol burada, görüyorum, duyuyorum, hissediyorum... Çünkü gördüğüm, duyduğum, hissettiğim her şey zaten YOL. Sırada o yolda akmak var...

Biraz da Ho'oponopono işte... Seni seviyorum, sana teşekkür ediyorum, beni affet... Dinle, fark et, dönüştür diğer bir değişle...

Her neyse "ignorance is bliss" demiş ya... Maalesef, artık geçerli değil...

Beni bağlar...

18 Haziran 2014 Çarşamba

Hatırla

Bu akşam bir soru geldi aklıma: "Tamamen özgür olmak nasıl bir şeydir acaba?"

Tamamen özgür? Ne demek ki şimdi? İlişkilerden, bağlardan, kurallardan, kurumlardan... Dışımda olan şeylerden kopmak mı? Bununla bitmez ki? Düşüncelerden, sorumluluklardan, bağımlılıklardan, endişelerden, zihnimden, duygulardan...

Tamamen özgür? Acaba gerçekten dilenecek bir şey mi "tamamen" özgür olmak? Ya da "kısmen" özgürlük diye bir şey var mı? Biraz özgür?

Eğer yukarıda saydıklarımın olmadığı bir durumsa bir koma hali midir tamamen özgürlük?

Uçabilmek midir ya da... Mekandan özgürlük...

Tamamen özgür olabilmek için sonsuz ve sınırsız seçenekler nelerdir?

Uçtum mu ben?

16 Haziran 2014 Pazartesi

Kendim İçin Limonlu Kek

Bu sene çok çalıştım, gerçekten çok çalıştım. Hem de sadece bedenimle ve zihnimle değil, yüreğimle de çalıştım. Sanırım bu anlamda, 23 yıllık profesyonel çalışma hayatımın tepe noktasıdır bu sene...

Dün, yani pazar günü, uzun süredir ilk defa çalışmadığım, ama "yapmak zorunda" olduğum şeylerin de olmadığı ilk pazardı. Dışarıdan bakıldığında belki de diğer Pazar'larımla aynı olmuş olabilir, ama benim içimde çok değişik bir pazardı, çünkü yaptığım her şeyi kendim için yaptığım, daha da önemlisi, taaa içimde, yüreğimde bunu HAK ettiğimi düşündüğüm ilk tatil günümdü.

-meli, -malı'ların olmadığı, yapılan her eylemin görev icabı değil de kendim için, içimden geldiği zamanda ve içimden geldiği şekilde yapıldığı bir gündü... Kendim için limonlu, haşhaş tohumlu harika bir kek yaptım, oğlum da severek yedi... Kendim için yemek yaptım, eşim de yedi... Kendim için kitap okudum, film seyrettim... Tam istediğim zamanda ve tam istediğim şekilde...

Bu duyguyu anlatmam çok zor... Sanırım "Kendim için bir şey yaptımsa" yazımda yapmak istediklerime, ancak 3 yıl sonra ulaşmışım... Ne güzel yürümek, yürürken de bir yerlere ulaştığını FARK edebilmek...

Bu küçücük farkındalık AN'ları değil mi bizi YOL'da tutan?

10 Haziran 2014 Salı

Yağmurda ıslanmak

"Hayat, fırtınada sığınak bulup beklemek değil, yağmurda dans etmesini öğrenmektir." demiş, Sherrilyn Kenyon bir kitabında...

Şimdi tabii, hayatta bize öğretilen bazı şeyler var, bazı durumlarda çok doğru ve kullanılması gereken, ama bazı durumlara da hiç uymayan, aslında düşünmeden, sadece öyle öğrendiğimiz için, "zaten hep öyle olduğu için" yaptığımız...

Yağmur yağdığında bir sığınak bulup yağmurun dinmesini beklemek de bunlardan biri... Yıllarca, özellikle öğrencilik yıllarımda uzun otobüs - minibüs yolculukları ve yokuş yukarı yürüyüşlerle okuluma/ evime ulaştığım için en büyük özlemlerimden biriydi, yağmurda kaçmadan, ıslanarak ve bunun keyfini alarak yürümek... Ama ne mümkün... Islanırsanız nerede kuruyacaksınız, ya arkasından sert bir rüzgar da başlarsa, donup üşütmek, hasta olmak gibi bir "lüksümüz" mü var ki? Hiç yağmur yağmasın isterdik onun için... Hele o sucuk gibi ıslandıktan sonra rutubet kokusundan dumanı tüten otobüslerde yolculuk etmek, saçından sular damlarken... Rezalet... Günümüzün kliması had safhada çalışan güneşli günlerde bile adamı donduran otobüslerinden değildiler en azından, buna da şükür :)

Hep özendim yağmur altında rahatça yürümeye de, bir defa olsun bir hafta sonu evde otururken "yağmur başladı" diye sevinip giyinip yürüyüşe de çıkmadım... Nasıl bir özenme ise bu?

Yoksa sudan korkuyor muydum aslında? Hani evleri su basması, sel alması falan mıydı acaba bu ıslanma korkusunun altında yatan? Oturduğumuz evlerden biri zemin kattı ve sokakta, tam önündeki gider tıkandığı için sürekli yağmur yağdı mı evi su basardı. Babam gece gece sokağa çıkıp elini mazgaldan sokup giderin içini temizlemek zorunda kalırdı annem kapıların altını havlular ile sağlamlaştırmaya çalışırken...

Sonra çiftçilik yıllarımız başladı... O zaman anladım tabii yağmurun değerini... İlkbahar yağmurları ile doğanın yemyeşil uyanışı, sonbahar yağmurları ile zeytinlerin dolgunlaşması yaşama sevincimi perçinledi... Suyun bolluk demek olduğunu anladım bir yandan... Bu arada evimiz köy eviydi ve yağmur yağdığında çatısı akıyordu... Gece yağmur başladığında kalkıp kovalar koyuyorduk yerlere, ama çok keyif alıyordum bu durumdan... Çok eğlenceli geliyordu bana gece su damlası kovalamacaları...

Yine de su ile tam barışamadığım bir şeyler vardı ki hala, şimdi balkonumdaki lambadan damlıyor su çok yağmur yağdığında, iş yerimde boru patlamış duvarın içinde, tesisat yenilendi yakın zamanda... Anlamadığım ne var diye soruyorum kendime: "Kendi bolluğunu KABUL et." diyor bir yandan, bir yandan da "Kendi yıkıcılığını da KABUL et." Suyun iki yanı bir arada, tıpkı insanlar gibi...

Biri "yaşasın yağmur yağdı, ekinler coşacak" diye sevinirken, bir diğeri "eyvah, bu gece evimi sel basar mı?" diye endişeleniyor aynı anda...

Hem YAPICI hem de YIKICI, tıpkı benim gibi... Önemli olan benim bunu NASIL değerlendirdiğim, NASIL yönlendirdiğim ve NASIL yönettiğim...

Bu nedenle geçen akşam, iş çıkışı eve yürürken başlayan çılgın yağmur çılgınlığını taşıdı bana... Herkes kafasını sokacak bir sığınak bulup beklerken, ben gülümseyerek yürüdüm yağmurun altında, şemsiyem bile yoktu üstelik... Yağmur şiddetini arttırdıkça benim gülümsemem arttı, insanlar bana bakıp şaşırdıkça arttı... Eve donuma kadar ıslanmış ama çok mutlu bir halde ulaştım. HAMD olsun...

22 Mayıs 2014 Perşembe

Rekabet, iş yaşamı, işverenlik hakkında


Profesyonel yıllarım boyunca kendi "çalışan/ işçi" olma hallerimi masaya yatırdım, uzun uzun inceledim, derslerimi çalıştım... Zaman geçti, bu hayattan uzaklaşma fırsatı buldum, bir süre serbest çalıştım, 2 yıldır ise artık kendi iş yerimde çalışıyorum...

Ancak 2 yıl sonra bir nefes egzersizi sırasında fark ettim ki, ben artık bir İŞVEREN'im... Yani geçmişte KAPİTALİZM ile ilgili söylemiş olduğum her söz artık bana geri dönüyor...

Tabii ki, kendi çalışma şartlarım ile sağladığım şartlar bir değil. Ayrıca uzaktan ahkam kestiğim konuların iç yüzünü gördüğümde kazın ayağının öyle olmadığını anlamış oluyorum.

Yine de anladım ki bir yandan, henüz iş yaşamı ile ilgili derslerim bitmemiş. Bu içgörü'de katkılarından dolayı sevgili Zeynep Alan Sevil Güven'e, yani Sevil Abla'ma da candan teşekkür ediyorum...

Bugün sordum mesela kendime:

- Ben çalışanken kendime ne gibi sınırlar getiriyordum? Neden kendimi KÖLE gibi hissediyordum? Bu kısıtlamalar gerekli miydi? Ne kadarı işçi-işveren ilişkisinden kaynaklanıyordu? Ne kadarını ben kendim "uydurmuş"tum?
- Hızlı ve kısa çalıştığım zaman gerçekten işin gereğini tam olarak yerine getiriyor muydum? Aynı işi yavaş ve uzun uzun yapsaydım yerine gelmiş olacak mıydı? Yani aslında işe yüreğimi vererek yapıyor muydum? NEDEN?
- Kendi çalışanlarımdan, kendimin yapabileceğim halde yapmak istemediğim neleri yapmalarını istiyorum? Neden bu işleri yapabileceğim halde yapmamayı seçiyorum?
- Bir işi yüreğimle yapmak için gereken nedir? "Para kazanmak için çalışmak" kavramı hayatımızdan çıktığında çalışmak nasıl bir şey olur?

En kolayından başladım cevaplamaya, uzun süredir "Para kazanmak için çalışmak" yok hayatımda... Bu nedenle de sanki PARA ile ilgili konularımın bittiğini varsaymıştım. Biliyorum ki, evren bana istediğim zaman istediğim kadar parayı verir, çünkü evrende her şey BOL.

Artık para için çalışmaya ihtiyacım kalmadığında, ilk tepkim bundan sonra hiç çalışmayacağımı düşünmek olmuştu, oysa ki zaman içinde anladım ki, çalışmak farklı motivasyonlarla da yapılabiliyor, çok da keyif alınıyor bu durumda... Böyle olunca para da kendiliğinden geliyor...

Diğer soruları çalışmam lazım, buradan yazmayacağım... :)

Bir de işin rekabet kısmı var... Hayatım boyunca rakip ile düşman birbirine çok yakın kelimelerdi benim için... Çalıştığım firmanın rakibi ile tüketici olarak bir iş yapmak -abartmıyorum - ahlaksızlık gibi gelirdi, sanki çalıştığım firmaya ihanet ediyormuşum gibi...

Oysa ki BOLLUK bilincini anlamaya başladığımda fark ettim ki, evrende HER ŞEY bol olduğuna göre müşteri de BOL, bu durumda hepimiz için kazanç mümkün... Böylece RAKİP kelimesi de birden anlamını yitirdi kalbimde...

Yaşadıkça çalışıyoruz, çalıştıkça gelişiyoruz... Hayat sürüyor... Ne GÜZEL...

7 Ocak 2014 Salı

Saygı ve tahammül

"İnsanoğlu yaradılışı gereği unutkandır." şeklinde naçizane bir tespit ile başlamak istiyorum yazıya... "Unutkan mı," diye başlayan pek çok antitez geliştirilebilir, tahmin ediyorum...

Oysa ki, hayatımızda bizi en çok etkileyen sorunlar genel olarak güncel sorunlardır, mesela... Birini çok dertli görüyorsanız, "neyin var, anlat" dediğinizde, size bundan 12 yıl önce olan bir olayı anlatmaz genellikle... Güncel sorunları ile ilgilidir, onlar geçmişte yaşadıklarından çok daha hafif bile olsa ŞİMDİnin ağırlığı vardır ne de olsa üstlerinde...

"En yakın arkadaşınız kim?" diye sorsam mesela... Güncel olarak daha sık iletişim içinde olabildikleriniz 3 yıldır görüşmediklerinize göre daha "yakın" gelecektir size... Oysa ki, kimbilir, 3 yıldır görüşmediğiniz o arkadaşınız ile paylaştığınız ANların değeri, şimdikilerden çok daha derin olabilir...

İnsanoğlu, unutkan olmakla birlikte çok çabuk da içine alır, benimser, hatta sahiplenir... 2-3 ay içinde bir insan hayatınızdaki "EN" önemli insan olabilir mesela... Sonraki 3 ay içinde de iletişiminiz tamamen kesilebilir, rüzgar değişebilir, sizin için hergün görseniz de YOK olabilir bir anda...

Akış süreci içinde önemli olan ANı yaşamak ve An geçtiğinde bırakabilmektir... Geçmişte veya gelecekte yaşamak yerine ANda olmak akışı kolaylaştırır.

İşte tam da bu yanılgı üzerine konuşmak istiyorum aslında... ANda yaşamak ile şimdi olanın İLLUZYONuna gereğinden fazla önem atfetmek arasında çok fark var.

Günün telaşı, tasası, kısa sevinç ve kederleri yaşamak değildir ANda kalabilmek. O tamamen unuttuğumuzu düşündüğümüz (kendimle çelişiyorum evet, yazının başında yazdıklarımla yani, ama fikri vermek için bu kurgu gerekiyordu sanırım) alt satırların bizi etkilemesine izin vermemektir. 3 aydır tanıdığım ve şu anda hayatımdaki en "ÖNEMLİ" insan olan kişinin TIPKI geçmiştekiler gibi güvenilmez, satıcı, şımarık, özensiz, önemsemez vb. olduğunu düşünmeden yaşamaktır.

Geçenlerde yolun ortasında durmuş yolcu indiren bir araba ile tıkanan trafikte arkadan korna çalan ve rahatsızlıklarını dile getiren insanların oluşturduğu bir sahne ile karşılaştım... Günlük hayatımızda karşılaştığımız tüm sorunların bir özeti gibiydi. Öndekinde saygı eksikti, arkadakilerde tahammül...

SAYGI ve TAHAMMÜL

İkisinin bir arada bulunmadığı noktalarda Sevgi ve Hoşgörü'de nadir görülüyor demeliyim... İnsan önce kendisini sevmeli ve saygı duymalı, KABUL... Ancak bu kendini geri kalan herkesten daha üstün HAKlarla donatmak anlamına gelmiyor ki... Tıpkı sevginin hoşgörüyü doğurması gibi saygının da tahammülü doğurması kaçınılmaz... Hangisi önce başlar bilemem...  Birinden başlamak lazım... Ama sindirerek... Dişini sıkarak tahammül olmaz... Kendini riske atıp sinir olarak saygının olmayacağı gibi...

Buraya kadar geldik ya... Bir adım daha...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...