20 Nisan 2009 Pazartesi

seyahat etmek üzerine

Her seyahat, yeni boyutlara götürür beni. Sanki yeni bir yaşama doğuyormuşum gibi... Birkaç gün öncesinden başlar doğum sancıları... Bir telaş, biraz tedirginlik... En belirgin tedirginlik: "Acaba birşey almayı unutuyor muyum?" Şemsiye de almalı mıyım? Bir çift ayakkabı daha? Endişeler, sürekli liste tutmalar...

Farkettim ki, bu telaş ve tedirginlik, bir gerginlik de yaratıyor üstümde. O anda sordum kendime, beni geren ne diye? Çok ilginç, farkettim ki, sanki bir kıtlık diyarına seyahat ediyorum. Acaba orada yağmur yağsa, bir şemsiye satan bulunmaz mı? Ya da altına sığınacak bir saçak yok mudur, gideceğim memlekette? Kirlenen elbiseler yıkanamaz mı?

Daha eskiden otelde kalırken, mutlaka atıştıracak birşeyler koyardım çantama, sanki çok aç uyanıp yiyecek birşey bulamayacağım, kıvranacağım açlıktan.

"Neden," diye sordum kendime, "bu kadar kolay bulabileceğim eşyalar için neden bunca tedirginlik?" Yokluk korkusu, aç kalma korkusu, muhtaç olma korkusu... Kimbilir nerelerden kalma kayıtlar.

Oysa ki bolluk ve bereketi biz yaratıyoruz. İhtiyaç duyduğumuz herşey bize kendiliğinden gelir.

Bıraktım tedirginliği, bir sırt çantası yeter bana seyahat etmek için, gerisini orada düşünürüm...

Kıssadan hisse: Ben seyahate çıkıyorum, 1 hafta kadar yokum yani :)

18 Nisan 2009 Cumartesi

cinsiyet ayrımcılığı ile ilgili alıştırmalar

Kendinizde ne çeşit kayıtlar var, siz de bunları listeleyin... En az 15-20 dakika yazın... Sonra herbir madde ile ilgili olarak o kaydın günlük hayatınızı nasıl etkilediğini düşünün. Kaydı iptal edin ve olumlusu ile değiştirin...
En azından gün içinde kendinize veya çevrenize ayrımcılıkla ilgili nasıl enerji yaydığınızın farkında olun...

cinsiyet meselesi

İnsan kendinde olmayanı tanıyamaz... Kendi yapmadığını bilemez... Çok iddialı bir laf, ama doğruluk payı olmalı... Nil Avunduk*, bir seminerinde bu konuyu şöyle açıklamıştı... Eğer ingilizce bilmiyorsanız, yanınızda biri ingilizce konuşurken, "aaa, ingilizce konuşuyor." diyemezsiniz... Biraz olsun aşina olmanız lazım yani, tanı koyabilmek için...

Ben etrafıma baktığım zaman, bol bol cinsiyet ayrımcılığı görüyorum. Herşeyden önce rol bölüşümleri var... Kadın yemek yapar, temizlik yapar, erkek tamirat yapar, araba ile ilgilenir falan filan... Kendimizi içine soktuğumuz rollerden şikayetçi olabiliriz, ama rol varsa ayrımcılık da vardır...

Benim çevremde duyarak yetiştiğim bazı paradigmalar:
  • Kız çocuklar daha çalışkan olur

  • Erkek çocuk, anneye daha düşkündür

  • Erkekler ağlamaz

  • Yuvayı dişi kuş yapar

  • Çocuk da yaparım, kariyer de... (hiç bunu diyen erkek gördünüz mü?)

  • Cennet annelerin ayağı altındadır

  • Erkek adamın erkek çocuğu olur

  • Kız çocuk anneye daha yakın olur

  • Kadının yeri kocasının yanıdır
Bunlar en basitleri, ama bu inançları duyarak, tekrarlayarak yetişiyoruz.

Oğluma masal okurken farkettim bir de... Hep kötü kalpli cadılar ve iyi kalpli prensesler var da... Erkeklerin rolü çok daha basit masallarda... Erkek ya yakışıklı prenstir (iyi ya da kötü olduğu belli değil) ya da basiretsiz kral/ baba (pamuk prensesin ya da kül kedisinin babası gibi). Masallarda kötü kalpli, hinlik düşünen bir erkek yoktur... Hatta aslında erkeklere başrol bile verilmemiştir klasik masallarda... Araştırmak lazım ilk günaha bir gönderme olabilir tabii...

Kendimde ne çeşit ayrımcılık notları var, bunları da sorgulamam lazım:
  • Çocuğu anne yetiştirir, baba çocukla zaman geçirir

  • Kadının yükselmesi ve iyi maaş alması, erkeğinkinden zordur

  • Modern kadın ev işlerine daha uzaktır (bu da rollerin yıkılması yönünde zayıf bir paradigma)

  • Kadınlar birbirlerini çekemez, araya kıskançlık girer

  • Rahat bir hayat yaşamak için erkeğin iyi bir geliri olması lazım (ben kazanamıyorum ya)

  • İyi bir evlilik için kadının fedakarlık yapması gerekir

  • İyi bir evlilik için kadın kocasını "çaktırmadan" idare etmelidir (becerikli kadınlar, sizi saygı ile anıyorum burada)

  • Yalnız, boşanmış kadınlar araba kullanmaya daha düşkündür (onları taşıyacak bir kocaları yok ya... Bak sen derinlerdeki şu saçma kayıtlara)
Bakar mısınız, daha ben kendi içimde bu kadar saçma kayıtla yaşarken etrafımda cinsiyet ayrımcılığı olmasın da ne olsun...

Ben cinsiyet ayrımı yapmayı bırakıyorum.

Ben yaratılanların eşit olduğunu, bir olduğunu kabul ediyorum.

Ben herkesle birim.

"Kadın olduğum için hayatım daha zor olacak" zihnimi iptal ediyorum.

"Kadın olduğum için erkeklerden daha fazla sorumluluğum var" zihnimi iptal ediyorum.

Ben kendimi kadın olduğum halimle seviyor ve kabul ediyorum.


17 Nisan 2009 Cuma

yargı ve önyargı


Aslında hayatımızı yönlendiren, algılarımızı etkileyen çok önemli iki konu... Hep kötü olduklarından bahsedilir, oysa onlar olmadan hayatı normal akışında devam ettirmek bizi çok zorlar, hareket kabiliyetimizi çok kısıtlar... Karar verme aşamalarımızda yargılar ve önyargılar olmasa ne kadar zorlanırız...

Yine de dikkat etmem gereken husus bir yargı / önyargı sahibi olmamak değil, yargılarımda esnek olmak sanırım... Hayat deneyimlerle dolu, seçimler pek çok... Bu nedenle olsa gerek seçimlerimizi kolaylaştırmak için bazı yargıları kullanıyoruz...

Bu yargıların bazıları toplumca kabul edilen konular bazıları ise tamamen bize özel...

Herşeyden önce, eskiden tanıdığımız insanlarla ilgili yargılarımız var... Mesela eski bir lise arkadaşımız ile ilgili, düşünün ergenlik dönemindeki aşırı hormonal halimizle, onun o aşırı hormonal, kendini ispat halindeki durumunu yargılamış ve onu kafamızdaki bir çerçeveye oturtmuşuz... Aradan geçmiş 20 yıl... O köprünün altından kimbilir ne kadar su akmış... Ama biz hala onun o sivilceli ukala kız olduğunu sanıyoruz... Oysa tıpkı onun gibi ben de yeni bir insanım...

İlkokuldan bir arkadaşım vardı... Benden çoooook önce evlendi ve benim aklımdan bile geçmezken çocuk sahibi oldu... Ben çok para kazanan bekar bir gezginken, o evinde çocuk bakıp "delilikler" yapıyordu... Bense kendimce "onu olduğu gibi" kabul etmiştim... Son görüşmemizin üzerinden sanırım 8 yıl falan geçti... Şimdi çocuklu bir ev hanımı olarak baktığımda kendimi aynı "delilikleri" yaparken buluyorum... Bu şartlar altında baktığımda içim soruyor:
- Ben onu hiç anlamadan yargılarken
- O beni sadece severek misafir ederken
- Bana dönüp kafasınının içindeki buluttan bahsederken
- ve ben onu gerçekten hiiiiiiiiç anlamazken
neler hissetti acaba? Anlamamı bekledi mi?
Şimdi hayal meyal yakalıyorum bazı anları, bugün bana zor gelen bazı anlarla onun o zaman, daha 26-27 yaşındayken nasıl başettiğini yakalamaya çalışıyorum...
Algılarım yargılarımla ne kadar meşgulmüş, hiçbirini hatırlamıyorum...
Belki bugün olsa onu anlayacağım, ama acaba o şimdi kendi ile aynı sorunları yaşayan bu kadını ergenlik çağında bir kız sahibi çalışan bir kadın olarak anlayacak mı?

Yargılarımız yaşadıklarımızı etkiliyor, yaşadıklarımız da yargılarımızı.

Böylece rönesansa ön ayak olmuş bir sözün içi bende de biraz daha doluyor:
"Ben insanım. İnsana özgü olan hiçbirşey bana yabancı değil."

Emek ve Ödül



Vakt-i zamanında Grup Yorum'un bir türküsünde duymuştum: "Emek zayi olmadan sızlar mı yürek?" Hani güzel şeylere ulaşmak hep çaba gerektirir. Emeksiz yemek olmaz. Biz böyle öğrendik. Oysa yeni yeni adapte olduğum köy yaşamına bakıyorum... Bakımsız bahçe önümüz... Dağ taş ot bitmiş... Egeliler bilirler, turp otu, hardal otu, ebegümeci, radika, ısırgan, iğnelik bol bol... Sarmaşık, göbelek mantarı, ararsan bulunuyor... Haşla, kavur işte yemek...

Güzel bir bahçemi istiyorsun, o otlardan vazgeçmek gerekiyor, işte yüreğin sızladığı an... Hatta biraz sebze yetiştirmek için güzelim papatyalardan, gelinciklerden vazgeçmek zorundasın...

Bu bir çelişki... Evet, emekle güzel şeyler elde etmek mümkün, domates, biber, patlıcan gibi :) Ama her seçim de bir vazgeçiş... Çoğu zaman, nelerden vazgeçtiğimizi bilmeden seçimler yapıyoruz aslında... Bize çirkin görünenin içindeki güzeli göremediğimizden belki de...

İki arada bir derede kaldığımız durumlar daha çok iki ucu b..lu değnek gibi... İki güzellik arasında seçim bence çok daha zor...

Evet, kendi ektiğin domatesi yemek güzel, ama Allah'ın ısırganı da güzel anacım...

6 Nisan 2009 Pazartesi

Sorumluluk ya da mutluluk


"Ben kimsenin mutluluğundan sorumlu değilim." Hatta "ben herkesi kendi mutluluğunu yaratmakta serbest bırakıyorum"... Bence çok çarpıcı 2 cümle... Fatih Koçak'ın 3. kitabından*.

Bu sorumluluk denen şey çok enteresan bir icat... Yapmak istemediğimiz pek çok şeyi neden yaptığımızın sağlam bir kılıfı... Bir insanı övmek istersek, "Sorumluluk sahibi" deriz... Yani güvenilir, sizi satmaz, yarı yolda bırakmaz... Ama ya o şeyleri yapmak istemiyorsa...

Yani ne bileyim benim ne gibi sorumluluklarım var?
  • iyi bir anne olmak (bu konu çok derin, ayrıca irdelenmeli)
  • hergün yemek yapıp ev ahalisini doyurmak (sonra da elimde tabak, oğlumun peşinden koşmak, yemeyeceği 2 lokmayı ağzına tıkmak için)
  • ortalığı derleyip toplamak (neden? kimsenin kendi bardağını kaldıracak vakti yok mu benden başka)
  • tutumlu olmak (demek benim beğendiğim ama gereksiz olan birşeyi almaya hakkım yok => ben kendime yeterince değer veriyor muyum?)
  • yakınlarımı arayıp nasıl olduklarını sormak (aramazsam gücenirler)

Ya bunları yapmazsam ne olur? Bazen hayat durur gibi geliyor. O gece evi toplamadan yatarsam sanki sabah perisi gelip evimin kapısına çarpı atacak "işte burası, dağınık kadının evi", eeee... İşte, ben yetersizim, evimi bile toplamaktan acizim. Bunları yapmamak için geçerli bir mazeretim olmalı... Al sana hasta olmak için bir neden daha...


Oysa hayatın her anından keyif almak, kendimizi mutlu etmek en büyük sorumluluğumuz... Ben mutluysam, herşey nasıl da kolay akıyor... Ama içimdeki şeytan hiç susmuyor ki, "bugün yat sen, yarın var yaaaa... o işler üstüste binecek, altından kalkamayacaksın." Hatta bununla da kalmaz, ev ahalisine karşı da doldurur beni... "Sen toplamazsan iyice yüz bulur bunlar... O bardak, bir toplama bak, günlerce orada kalır..." sonuç, iyice duman olmuş ben... Her geçişimde o bardak sanki el sallıyor bana: "Ben hala buradayım." Fırtınanın güç topladığından habersiz zavallı ev halkı, birazdan duman olacaksınız...

Sahi, ben neden girmiştim bu sorumluluk işine, haaa... hatırladım, ailemi mutlu bir yuvada yaşatmak için... Afferim bana, bak ne iyi oldu. Demek ki neymiş?

"Ben kimsenin mutluluğundan sorumlu değilim." Hatta "ben herkesi kendi mutluluğunu yaratmakta serbest bırakıyorum"...

Amin.

* http://www.kelam.com.tr/products.asp?cat_id=2

2 Nisan 2009 Perşembe

Eyvah, oğlum zehirlendi

Annelik biraz da her dem suçluluk duygusu çekmek. Ben suçlanma korkusu üzerinde uzun süredir çalışıyorum. Yine de dün akşam oğlum kusmaya başladığından beri farkettim ki, pek de üstesinden gelememişim. Çocuğunuzun başına gelen her şeyde içinizden bir ses konuşmaya başlıyor mu sizin de:
  • Bak, işte hava ısındı diye çorabını hemen çıkartmayacaktın.
  • Evde yemek yedirseydin keşke, ne vardı dışarda yedirecek el kadar çocuğu.
  • O kazağı giydirdin fazladan üstüne, terledi işte, üşüttü sonunda.
  • Vitamini eksik geliyor, üzüm verseydin ya bu ikindide...

Falan filan... Özetle hepsi benim suçum...

Herkes kendi seçtiği rolü oynuyor, çocuğum da olsa, onun da seçimleri, onun da yaşamdan alacakları var. Öncelikle bunu kabul etmeliyim.

  • Ben yaşadıklarımı tam ve olduğu hali ile kabul ediyorum.
  • Ben oğlumun bir birey olarak tam ve bütün olduğunu kabul ediyorum.
  • Ben yaptığım ve yaşadığım herşeyi onaylıyorum.
  • Ben kendimi tam olduğum halimle kabul ediyor ve seviyorum.
  • Ben her halimle varım.

Bu da nereden çıktı şimdi? Tabii ya, asıl soru:

Oğluma birşey olursa bana ne olur?

Çok önemli bir soru. Altında yatanlar kesinlikle deşilmeli.

Ben sorumun cevabını buldum... (Ben oğlumsuz yok olurum.) Varın bu defa da siz çalışın bu konuda...

Sevgiyle...

1 Nisan 2009 Çarşamba

Rüyalar

Bazıları "ben hiç rüya görmem" dese de, pek çoğumuzun unutamadığı en az 1-2 rüyası vardır. Bilim adamlarına göre herkes düzenli olarak rüya görüyor, sadece bazılarımız bunları hatırlayamıyor. Rüyaları hatırlamak bir disiplin ve dikkat istiyor. (Teknikleri var, isteyene anlatırım.)

Rüyalar nasıl algılanıyor diye merak ettim, ekşi sözlükten baktım. İşte aşağıda birkaç eğlenceli yorumu da paylaşıyorum:

belkide umutların bi anlamda bilinç altı kaosunda oluşması ve istem dışı ilerlemesiyle beyinde oluşan görüntüler ve istek yada hayallerle beslenen yaratığın, biz uyuduğumuzda; sıra bende modu uyanışı.takii biz uyanana kadar (mortician, 06.10.1999)

uyurken sıkılmıyalım diye gördügümüz seyler (painmiss, 15.05.2000 01:37) rüyalar beynin boş vakti için eğlence değildir, önemli bir görevi vardır. bilgiyi indexlemeye ve kısa zamanlı bellekten uzun zamanlı belleğe geçmesini sağlarlar (tabi buna değer bulduklarını,ki i$bu değerlendirmeyi de bilinçaltı yapar) bu bağlamda rüyalar geleceğin habercisi değil geçmişin hatırlatıcısıdır (trenchkot, 08.12.2000 22:02 ~ 20.09.2002 02:11)

Bazılarımız rüyaları kehanet olarak algılıyor, bazılarımız günün özeti (zihin rüyaları). İslamda da rüyanın önemli bir yeri var. İstiare çalışmaları, bir nevi yol gösterici olarak kullanılmakta.

Ancak bence çok açık ve net olan birşey var ki o da rüyaların, bilinçli zihnimizle bastırdığımız iç sesimizin bizimle konuştuğu anlar olduğu. Bastırdığımız duygular, en gizli arzularımız rüyalarda engelsizce su yüzüne çıkabilirler, tabii ki kişinin yüzleşebileceği, taşıyabileceği halleri ile. Bu nedenledir ki rüyasunucu (bilinç üstü) bazı semboller kullanır. Kimi zaman rumuzlar, kimi zaman benzerlikler, kimi zaman gizli anlamlar. Bu semboller herkes için farklı olabilir.

Mesela köpek sembolü, kimileri için dost anlamı taşırken, kimileri düşman olarak yorumlarlar. Ya da çok genel geçer bir yorum daha, kız bebek, kızgın (kötü) haber denir, kız evlatların çocuktan sayılmadığı bir kültürün izdüşümleri. Benim için aynı anlama gelmez mutlaka.

Gelmek istediğim nokta, rüyalara dikkat edin. Önemli mesajlar taşıyabilirler. Yarın için değil, kehanet için de değil, sadece kendinizi tanımak için.

Rüyanızı nasıl okuyacaksınız?
Öncelikle "ne hissettiğinize odaklanın. Rüyada ne hissettiniz, uyanınca ne hissettiniz? Ama dikkat, "ne düşündünüz" demiyorum. Ya da "ne hissetmeniz gerekirdi" de demiyorum. Bilinçli zihninizle irdelemeyin. Sadece ne hissettiğinize odaklanın. Ana tonu buradan alacaksınız zaten...

Daha sonra sembollere geçin. Rüyanın belli başlı unsurları nelerdi? Bu unsurlar hakkında genel duygularınız ne? Sever misiniz? Korkar mısınız? Eğer kişiler varsa, o kişiler kim, sizin için ne ifade ediyor? Yine kişilerle ilgili olarak, isimlerin bir anlamı olabilir mi? Ör. rüyanızda gördüğünüz kişinin adı Sevil ise, bu sizin sevilme ihtiyacınızı vurguluyor olabilir, ya da Songül ise, bir işe son vermeniz anlamına geliyor olabilir. Seda, duyduğunuz birşey ile ilgili olabilir.

Bir örnek üzerinden gidersek, diyelim ki rüyada Sevil size değerli bir yüzük verdi ve siz de bu durumdan sıkıntı duyarak uyandınız.
Öncelikle, neden sıkıldınız? Bunu düşünün.
Sevil kimdir? İş arkadaşınız mı?
Yüzük sizin için ne ifade ediyor? Sevginin ifadesi mi? Değerli olması mı? Güç mü?
Bu sorulara vereceğiniz cevapları birleştirin, okumanız artık anlam kazancaktır.

Bu rüyanın olası bir okuması:
İş hayatınızda bir terfi ile yüzyüzesiniz, bununla değerli olacağınızı düşünüyorsunuz. Değerli olursanız sevilir, iş yerinde kabul görürsünüz, ancak kendinizi bu terfiye hazır hissetmediğiniz için o yüzük size ağır geliyor ve sıkılıyorsunuz.

Ancak bundan çok daha farklı anlamları da olabilir. Üzerinde zaman harcayın, bulacaksınız.

Tatlı rüyalar...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...