5 Aralık 2011 Pazartesi

Çalışma cezası

Oldum olası çalışmayı pek sevmediğim söylenir aile çevremde. Bahsi geçen bedensel çalışma, temizlik işleri, ev hanımlığı, falan... Zihinsel çalışma ile bir derdim olmamıştır genel olarak.

Dün bir çizgi film izliyordum, birden dank etti kafama yine. Bir Japon öyküsü idi, göklerin krallığındaki prenses, aşağıda dağlarda yaşayan bir köylü delikanlıya aşık oluyor. Kız kardeşleri, onu vazgeçirmeye çalışıyorlar, "orada çalışmak zorunda kalırsın." diye. Sonra kral baba, müstakbel damadı kandırmaya çalışıyor, göklerde onlarla yaşasınlar diye: "Aşağıda ne var, hep çalışmak zorundasın. Burada kalırsan bir gün kral olacaksın."

Evet yaaa, çalışmak zorunda kalmak. Bir tehdit, bir kılıç gibi sallanmadı mı çocukluğumuz boyunca başımızda? "Oku da adam ol"ların ardında değil miydi hep çok çalışmak tehdidi?

Çizgi filmlerde hapiste taş kırdırmıyorlar mıydı Dalton'lara mütemadiyen ceza olarak? Antrenörler koşturmazlar mı itaatsiz sporcuları birkaç tur saha etrafında?

Hatta dersleri zayıf olan çocukları çırak olarak verirlerdi yaz tatillerinde, "çalışsın da aklı başına gelsin, okulun değerini anlasın." diye, hala da vardır başka şekillerde. Atasözümüz var: "Akılsız başın cezasını ayaklar çeker." Yani eğer kafanı kullanmazsan gide gele yorulursun.

Anladım ki, çok çalışmak hayatımın kaçınılması gereken bir yanı olmuş bunca zaman. Okursam, iyi bir yerlere gelirsem, aklımı kullanırsam bundan kurtulurum diye hesaplarım olmuş.

Çalışmak, keyifle, zevkle çalışmak; üretmek, ürettiğinin keyfini kaslarındaki gerilme, sonra da gevşeme ile çıkartmak tadına varılması gereken bir şey değil mi oysa ki? Yorulmadan dinlenmenin tadı çıkar mı?

Ben artık çalışmak ile barışmaya niyet ettim. Çalışmayı kabul ediyorum, çünkü özünde çalışmayı sevdiğimi biliyorum. Sevdiğimi çalıştığımda yorulmadığımı da...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...