31 Mart 2011 Perşembe

Bir farkındalık anı

Bugün alışveriş yaparken marketten bir şey aldım. Eve geldim. Onu niye aldığımı eşimle paylaşacağım, içimden prova yapıyorum. Hani olağan nedenler:
- fiyatı çok iyiydi.
- şurada da kullanırız
- hem rengi de çok güzel...

falan gibi cümleler planlıyor zihnim... ama içim cümleyi şöyle kurdu:

Bunu aldım, ÇÜNKÜ ÇOK HOŞUMA GİTTİ.
Başkası için değil, KENDİM için...

İşte bu AN değil mi gerçekten OL'duğumuz AN.

Bahanesiz, sebepsiz, gerçekten kendimiz OL'duğumuz ve kendimiz için OL'duğumuz AN...

Çok şükür...

29 Mart 2011 Salı

Sorumluluk

Yol arkadaşım, dostum Ebru, çaba ile ilgili bir yazı yazmış. Bir blog açsın buradan paylaşacağım bu yazıyı da. Bu yazı beni sorumluluklar üzerine düşünmeye sevk etti.


TDK'ya göre sorumluluk tanımı şöyle:
"Kişinin kendi davranışlarını veya kendi yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesi, sorum, mesuliyet"


Google'da aradım, bir de şöyle bir tanım buldum:
"Bireyin uyum sağlaması, üzerine düşen görevleri yerine getirmesi ve kendine ait bir olayın başkaları üzerindeki etkilerinin sonuçlarını üstlenmesi, başkalarının haklarına saygı göstermesi ve kendi davranışının sonuçlarına sahip çıkabilmesi"


Günlük kullanımda sorumluluk kelimesini daha çok "yapmamız gereken işler, hesap vermemiz gereken kişiler" anlamında kullanıyoruz sanki. Eşimizden, çocuklarımızdan yakınmalarımızın başında "sorumluluk almıyor" geliyor. Yani?
- Benim istediklerimi, benim istediğim zamanda, benim istediğim şekilde yapmıyor...
En azından benim için böyle. Her ailede öyle ya da böyle, eşit dağılmış olsun ya da olmasın bir iş bölümü vardır. Bunlar geleneksel roller olabilir ya da tamamen farklı olabilir.
Hadi dürüst olalım, tüm vücut dilimiz "mutfağımdan çık, ayak altında dolaşma" diye bağırırken nasıl olur da eşimizin bize yardım etmesini bekleriz?


Yine de benim aslında yazmak istediğim konu kendi üzerimize aldığımız sorumluluklar...


Bu sorumluluklar hem bir çeşit bağımlılık hem de duruma göre bahane olarak gayet güzel kullanılabiliyorlar.


Bir düşünün "sorumluluklarınız" için ne fedakarlıklarda bulunuyoruz? Bu liste bağımlılıklarımızı görmek için çok güzel bir araç değil mi? Bu liste aynı zamanda yapmak istemediğimiz, korktuğumuzu kendimize itiraf etmediğimiz, dürüstçe reddetmediğimiz, kendimizi layık görmediğimiz konular için güzel bir sığınak değil mi?


Gerçekten de evde yemek yapmam gerektiği için mi o toplantıya gitmedim?
Gerçekten de çocuğum sık hasta olduğu için mi o düzenli iş teklifini kabul etmedim?
Gerçekten de ailemin bana ihtiyacı olduğu için mi onları bırakıp seyahate çıkmıyorum?

Rutin meselesi

Özellikle iş hayatı içinde insanlarla konuşursanız genellikle hayatın monotonluğundan yakınırlar... "Ne var, ne yok?" diye sorarsanız "Ne olacak evden işe, işten eve." cevabı almanız olasıdır. Bir süredir monotonluk üzerine, rutinler üzerine yapıyorum sohbetlerimi içimle...

Aslında rutinlerimi ne kadar sevdiğimi, daha doğrusu onlara ne kadar bağımlı olduğumu fark ediyorum. İnsan içgüdüsel olarak bilinmeyenden korkar. Rutinin dışına çıkmak bir anlamda bilinmeyen korkusunu tetikler. Her gün belli bir sıra ile bilinen işleri yapmak, aynı insanlarla karşılaşmak, hatta aynı insanlarla aynı kavgaları yapmak bile bildik bir şey olduğu için zihin tarafından tercih ediliyor sanırım.

Hani düşünün bir seyahat dönüşü eve geldiniz, çantalarınızı bıraktınız, ilk lafınız ne olur? "İnsanın evi gibisi yok." Neden yok?
- evimde rahatım.
- evimde huzurluyum.
- evimde güvendeyim.
- evimde istediğimi yapabilirim.

Bir kere bunların tersi neden geçerli değil acaba? Neden evimden başka bir yerde rahat değilim?
- Ayıplanma korkusu
- Yük olma korkusu
- Rahatsız etme korkusu

Ben her yerde rahat olabilmeliyim. Her yerde güvendeyim, çünkü evren güvenli.

Neden başka yerde istediğimi yapamayacağımı düşünüyorum? Ben ne istiyorum ki?

Bu rutin işi çok derin çooooookkkkk...

İllustrasyon: http://woyndesign.blogspot.com/

17 Mart 2011 Perşembe

İnat meselesi


Oğlum 1 günlükken, doktorum onu kucağına almış, bir süre baktıktan sonra, “Bu çocuk çok inatçı, ailede var mı inatçı olan?” diye sormuştu. Ben de “Fazla yok, sadece babası ve annesi.” diye cevap vermiştim.

Etrafıma baktığımda her yerde inat aynalarımı görür oldum bu aralar ben de… Sevgili çocuk aynalar, annelerine neler yapıyorlar kendi inatçılıklarını fark etsinler diye…

Yakın zamanda şahit olduğum bir olayı paylaşmak istiyorum. 2,5 yaşında bir oğlu olan bir anne oğlunun banyo yapmama inadından şikâyetçi. Ufaklık evde kıyametleri kopartıyormuş yıkanmamak için. “Ne sıklıkta banyo yapıyor?” diye sorduk, “2 günde bir” dedi anne…

Benim bakış açımı paylaşmayabilirsiniz, yine de anlatmaya çalışacağım. Bir halata iki yanından asılmış çekiştiren iki insan düşünün… İnat budur işte… İnadın olabilmesi için 2 taraf gerekir çoğu zaman. Hani asıldığınız ipin ucunu bırakın, karşıdaki düşsün demek istemiyorum. Aksine daha en başından halatın bir ucunu tutmuyorsanız eğer, karşınızdaki sizinle halat çekme oyunu oynayamaz yani…

Oynamazsam ne olur?
  • -          Kaybetme ya da kazanmayı umursamıyorum demektir.
  • -          Gücümü göstermeye, kanıtlamaya çalışmayı bıraktım demektir.
  • -          İkna etmem gerekmiyor demektir.

Ne güzel. Neden hala tutuyorum o halatı peki?
  • -          Korktu derler.
  • -          Daha çok üstüme gelirler.
  • -          Kontrolü kaybederim.
  • -          Savaşı sonsuza kadar kaybederim.


Ben artık savaşacak bir şey olmadığını görmeye niyet ettim. 
Kontrolü bırakırsam yok olacağımı zannetmeyi bırakmaya niyet ettim.
Ben kendimle barış içinde yaşıyorum.
Ben yenilmiş halimle, güçsüz halimle, kontrolü kaybetmiş halimle VAR’ım.
Ben zaten VAR’ım ve bunu kimseye kanıtlamam gerekmiyor.

14 Mart 2011 Pazartesi

insan gibi

Bugün dolmuşa bindim... Kısa mesafe bir yerde inecektim. Biraz gittik, bir ışıkta durduk. Şoför, yanında duran başka bir dolmuş şoförüne seslendi, hatta bağırdı: "Bi Sport's versem, Carrefur alsam senden?"

Ben başladım gülmeye, bahsi geçen "Sport's" ben oluyorum, Sport's Int. durağında ineceğim için, Carrefour da yan dolmuştaki başka bir yolcu olmalı... O ışık süresince bağırarak "malları" paylaştılar. "Carrefour yok, Atakent vereyim." şeklinde... Mal paylaşımı bitince, biz de kuzular gibi indik, dolmuş değiştirdik...

Ben bir yandan gülüyorum ama, engel olamıyorum kendime... Şoför de bana bakıyor, "deli mi ne, neden gülüyor, kadına bak" şeklinde... Dedim ki, "daha önce kimse bana Sport's dememişti, ona gülüyorum."

"Abla, n'apçaksın, kısa sürede ancak böyle anlaşıyoruz." dedi.

Eskiden olsa, bu muamele beni deliye çevirebilirdi herhalde... Hani mal bölüşümü yapıldı aralarında... Şimdi sadece güldürdü, çünkü ben DEĞERLİyim.

Ben kendimin değerli olduğunu biliyorum ve inanıyorum.
Bana kimsenin dışardan değer vermesi gerekmiyor, ben zaten DEĞERLİyim.

Biliyorum ki, zamanla bu inanç tam olarak oturunca içime, hücrelerime yazılınca, bu sahneleri de yaşamayacağım, enerjim tam olarak değişecek çünkü. ama şu anda geldiğim noktadan da memnunum...

Ben DEĞERLİyim... Bunu hatırlama yolunda ilerliyorum...

13 Mart 2011 Pazar

Sahne ve Yönetmen

Bana bir haller oldu...

Hani bir tiyatro seyrederiz, oyun, konu, oyuncular çok iyidir... Kendimizi kaptırıveririz, içinde yaşarız oyunun. Üzülenle üzülür, mutlu olanla havalara uçarız... Kah ağlarız, kah güleriz... İçindeyizdir...

Bazen de, kaptıramayız kendimizi oyuna... Giremeyiz bir türlü içine... Oyuncular tüm hünerlerini döktürseler de, oyundadırlar, rol yapmaktadırlar... Farkındayızdır.

Bu da uzaklaştırır bizi oyundan, onlarla birlikte ağlayamayız artık...

İşte böyle bir haller oldu bana...

Oyunun tam göbeğindeyken, bir anda sahneyi görüyorum arkada, oyuncuların gerçek hallerini, yönetmeni görüyorum.

Oyunun tam ortasında kalamıyorum. Çok uzun sürmüyor belki bu farkındalık halleri, ama var.

Sanırım ben artık oyundan çıkıyorum...

12 Mart 2011 Cumartesi

Kadın - erkek hakkında

Bir önceki yazıda cinsiyet konusunun daha derinlerde olduğunu fark etmiştim. Fazla da üzerinde düşünecek vaktim olmadı aslında, kaçtığım bir konu sanırım biraz da... İlk etapta kadın - erkek ile ilgili bilinçaltı kayıtlarımı yazayım istedim. Bunlar toplum içinde sık sık duyduğumuz ya da büyürken kulağımıza yapışan kayıtlar olabileceği gibi, kendi inançlarımız da olabilir...

Her neyse, işte ne geliyorsa yazıyorum:

  • Yuvayı dişi kuş yapar
  • Erkek evin direğidir.
  • Yemeğin salçalısı, kadının...
  • Tamirat erkek işidir.
  • Ev temizliği, yemek  vb. kadın işidir.
  • Şoförlük erkek işidir, kadın şoför nadir bulunur.
  • Kadınlar iyi araba kullanamazlar.
  • Evi çekip çeviren kadındır.
  • Kadın iç işlerine, erkek dış işlerine...
  • Yalnız kadın zavallıdır.
  • Kadın dayak yer.
  • Kadın ağır taşıyamaz.
  • Kadınlar daha dirayetlidir.
  • Kadın annedir.
  • kadın, baba ile çocukların arasında ara bulucudur.
  • Kadınlar hassastır.
  • Kadınlar daha duygusaldır.
  • Kadın çiçek gibidir, narindir.
  • Kadınlar daha düşüncelidir.
  • Kadın hakları korunmalıdır.
  • Erkekler kötüdür.
  • Erkeklere güven olmaz (babana bile güvenme)
  • Erkekler kabadır.
  • Erkekler güçlüdür.
  • Erkekler ağlamaz.
  • Erkek adamın oğlu olur.
  • Kadın yalnız başına başının çaresine bakamaz.
  • Karısı ölen erkek tek başına başının çaresine bakamaz.
  • erkekler düşmandır.
  • Kadının baş düşmanı yine kadındır.
  • Erkekler maç, otomobil ve siyasetten başka bir şey konuşmazlar.
  • Diamonds are a girl's best friend (kadının en iyi dostu elmaslardır.)
  • Kadınlarla erkekler arkadaş olamaz.
  • Ateşle barut yan yana durmaz.
  • Erkek yöneticilerle çalışmak daha kolaydır.
Bu maddelere ister inanayım, ister inanmayayım, bunların hepsi benim içimde kayıtlı. Hepsi tek tek ele alınıp sevgiye dönüştürülmek için beni bekliyor. Özünde kadın ve erkeğin tek başına yetersiz olduğu, birbirlerini tamamladıkları noktasına varıyoruz ki, bu zaten ilk adımda dönüştürülmesi gereken husus.

Ben kadın halimle tam ve bütünüm.
Ben kendimi erkekle tamlanır sanmayı bırakıyorum.
Ben kadın halimle yeterliyim.

8 Mart 2011 Salı

Ayrımcılık

Bugün Dünya Emekçi Kadınlar Günü, ama popülist zamanların tabiri ile Dünya Kadın Günü... Bu vesile ile, her yerde "kadınları yüceltici" söylemler baş rolde...

Bense her "özel" günde olduğu gibi sohbetle, ibretle izliyorum yazılanları...

- "Kadın, kendi başına ne gül goncasıdır, ne de diken. Koklamasını bilirsen gül, tutmasını bilmezsen diken olur." Refik Halit KARAY
- Kadın annedir, anne kutsaldır. Kadınlar gününüz kutlu olsun.
- Biz hıyar heriflere rağmen dünyayı benzersiz ve yaşanır kılan tüm KADINLAR, 8 Martta bir kez daha sağ olun.
- Çiçeklerin gününü kutluyoruz :)
- Kadın olmanın ışıltısını yansıtarak etrafını aydınlatan tüm kadınlara...günümüz kutlu yüreğimiz umutlu...

Her şeyden önce, pozitif ayrımcılık da bir ayrımcılıktır. Kadın yüceltilmeye çalışıldıkça aslında arada fark olduğu fikri de bundan beslenecektir.

Kadın kutsalsa erkek de kutsaldır, çünkü herkes bir.

Kadın günü diye, kadını erkeğin üstünde tutmak da ayrımcılıktır.

Biri diğerinden "üstün" ise, diğeri onun altında olmak durumundadır, cinsiyet, din, dil, ırk vb. her türlü ayrımcılık için bu geçerlidir.

Hele ilk alıntı olan Refik Halit Karay'ın sözü, kadını insan olma özelliğini bile elinden alıyor sanki. Kadının varlığı, kişiliği tepkileri yok, sadece erkeğin ona nasıl davrandığı var.

Muhteşem aynalar, hepsine teşekkür ediyorum.

Ben içimdeki ayrımcılığı bitirmeye niyet ediyorum.

Ben kadın ve erkeği bir etme yolunda ilerliyorum.

Ben herkesle BİR'im.

Bir de bunun ötesinde kendi içimde bu pozitif ayrımcılığı bekleyen yönü keşfettim bu sayede.

Ben kadın olduğum için bana yer verilmesini, ağır taşımamam için elimdeki çantaların alınmasını beklemeyi bırakıyorum.
Ben kadın işi - erkek işi ayrımını yapmayı bırakıyorum.
Ben kadın olduğum için kendimi yetersiz ya da daha güçlü gören zihinlerimi değiştiriyorum.

Anlaşılan bu KADIN OLMA meselesi daha derin...
Bu konuda içimle bir sohbet daha yapmam lazım...

1 Mart 2011 Salı

Oscar töreninde ne giydiler?

Bir Oscar töreni daha geçti... Ödül alanlar, alamayanlar, adaylar, kırmızı halı... Törenin ardından bir de kıyafetlerle ilgili yorumlar yayınlandı... Kim törende ne giymiş... Yakışmış mı? falan filan...

Bayanlar çok şık, imzalı kıyafetler giymişlerdi haliyle... Ünlü modacıların tasarımları...

Belli ki herkes bu konuda çok kafa yormuş, çok emek vermiş... Bazıları çok şık olmuş, bazıları kıyafetleri çok güzel taşımış...

Yine de biri vardı törende, benim kafamı meşgul etti: Marisa Tomei. Genel olarak pek beğenilmedi seçtiği elbise... Arşivden çıkmış bir elbiseydi... Oysa törende Marisa kıyafetini nasıl seçtiğini soran sunucuya dolabında bulunan bu elbiseyi bugün giymeyi tercih ettiğini söyledi. Yani önceden hazırlık yapılmamış, anlık bir kararla bu elbiseyi seçmiş.

Eee, ne var bunda?

Telaş yapmamış, üzerinde düşünmemiş... Dolabındaki elbiselere bakmış, canı bunu giymek istemiş, bu elbiseyi sevmiş. Özensizlik midir bu? Umursamazlık mıdır? Yoksa AN mıdır? Oscar törenine davetliyseniz mutlaka günlerce alışveriş mi yapmanız gerekir? Hazırlık, telaş, endişe...

En güzel elbiseyi alsanız, danışmanlar kullansanız, provalar yapsanız daha mı iyidir? Özüne saygı mıdır daha bakımlı olmak?

Önemli olan niyettir. Bu cevap başka bir hanımdan geldi içime... Robert Downey Jr.'ın eşinden... "Bize giyinmek için fırsat çıkıyor." dedi bu hanım kırmızı halıda... Yani o süreç onu mutlu etmiş, tadını çıkartmış, öyle sevmiş, öyle istemiş...

Marisa ise, o süreci geçmeyi tercih etmemiş... Dolabındaki elbiseyi sevmiş, onu istemiş...

Ne güzel seçiminin tadını çıkartmak...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...